|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Ve Allah'ın emrini yerine getirmek için yarışanlara. Ve emrolundukları işi tanzim ve tedbir edenlere. O gün sûr üflenir, kâinat şiddetle sarsılır.
Nâziâ Sûresi: 4-6
|
04.12.2006
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Hz. Peygamber, soğuyuncaya kadar sıcak yemek yemekten nehyetti.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3821
|
04.12.2006
|
|
Yuhanna İncil’inin Hz. Muhammed’e (asm) işaretleri
Türkçe Yuhanna İncilinin On Dördüncü Bab ve otuzuncu âyeti şudur: “Artık sizinle çok söyleşmem. Zira bu Âlemin Reisi geliyor. Ve bende onun nesnesi asla yoktur.” İşte, “Âlemin Reisi” tabiri, “Fahr-i Âlem” demektir. “Fahr-i Âlem” ünvanı ise, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın en meşhur ünvanıdır.
Yine İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab ve yedinci âyeti şudur: “Amma ben size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faydalıdır. Zira ben gitmeyince Tesellici size gelmez.” İşte, bakınız: Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan başka kimdir? Evet, Fahr-i Âlem odur ve fâni insanları idam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur.
Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab, sekizinci âyeti: “O dahi geldikte, dünyayı günaha dair, salâha dair ve hükme dair ilzam edecektir.” İşte, dünyanın fesadını salâha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyaset ve hâkimiyet-i dünyayı tebdil eden, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiş?
Hem İncil-i Yuhanna, On Altıncı Bab, on birinci âyet: “Zira bu Âlemin Reisinin gelmesinin hükmü gelmiştir.” İşte, “Âlemin Reisi”HAŞİYE elbette Seyyidü’l-Beşer olan Ahmed-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır.
Hem İncil-i Yuhanna, On İkinci Bab ve on üçüncü âyet: “Amma o Hak Ruhu geldiği zaman, sizi bilcümle hakikate irşad edecektir. Zira kendisinden söylemiyor. Bilcümle, işittiğini söyleyerek gelecek nesnelerden size haber verecek.”
İşte bu âyet sarihtir. Acaba umum insanları birden hakikate dâvet eden ve her haberini vahiyden veren ve Cebrâil’den işittiğini söyleyen ve kıyamet ve âhiretten tafsilen haber veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kimdir? Ve kim olabilir?
HAŞİYE: Evet, o zat öyle bir reis ve sultandır ki, bin üç yüz elli senede ve ekser asırlardan herbir asırda, lâakal üç yüz elli milyon tebaası ve raiyeti var; kemâl-i teslim ve inkıyadla evâmirine itaat ederler, hergün ona selâm etmekle tecdid-i biat ederler.
Mektubat, s. 169-170
Lügatçe:
Fahr-i Âlem: Âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (asm).
idam-ı ebedî: Dirilmemek üzere yok oluş.
salâh: Birşeyin en iyi hali, rahatlık.
ilzam: Delille muhatabı susturma.
Seyyidü’l-Beşer: İnsanlığın efendisi.
bilcümle: Umumiyetle, tamamen.
lâakal: En azından, en az.
inkıyad: Boyun eğme.
evâmir: Emirler.
|
04.12.2006
|
|
Hayat ve Kıyamet
“Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hulâsadır ve şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş, hayatın bir hulâsasıdır; ve akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hulâsasıdır ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfî bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (asm) dahi, hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hulâsatü’l-hulâsadır ve risâlet-i Muhammediye (asm) dahi; kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfî hulâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (asm), âsârının şehâdetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risâlet-i Muhammediye (asm), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakàikının şehâdetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.
“Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risâlet-i Muhammediyenin (asm) nuru çıksa, gitse, kâinat vefât edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divâne olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyâreye çarpacak, bir Kıyâmeti koparacak.”
(Sözler, s.103)
Ne kadar enteresan, ne kadar sırlı, ne kadar ince, ne kadar garip bir ifade tarzı bu. Cümleler, cümlelerin içindeki kelimeler, kelimelerin içindeki harfler ne kadar da güzel dizilmiş, sıra sıra, şiir gibi. Bir tesbihe dizilmiş inci taneleri sanki. Bir o kadar da derin, üzerinde saatlerce kafa yorulacak kadar da muhtevalı ve zengin.
Bir anda anlamak da çok zor elbette bu sırlı ifadeyi. Belki iki paragraf kadar kısa, ama onlarca suâli sorduracak kadar uzun. Gelin soru sorup kafa karıştırmak yerine bu ifadenin kapısını çalalım, ne dediğini anlamaya çalışalım. Ne kadar anlayabilirsek onu kâr sayalım. Bu nurânî bahçeden bir tek nurânî meyve bile yemeye muvaffak olsak bu manevî midemizi doyurmaya yeter, bize ebedî bir gıda olur. Elbetteki fikrî kolu uzun olanlar daha çok meyve toplayabilir.
Evet, hayat nedir?
Kâinattan süzülmüş bir hulâsa. Bal gibi, süzme yoğurt gibi, sütten süzülen tereyağı gibi. Kâinatı süzdünüz, neticesi hayat.
Peki, şuur ve his nedir?
Bu da hayattan süzülmüş bir hülâsa, bir öz. Hayatın özü. Koca bir ağacın meyvesi gibi. Nasıl ki, bir ağaç dünya yüzündeki hayattan süzülmüş bir öz gibi ise, meyve de ağaçtan süzülmüş ağacın bir özü. Şuur ve hislerimiz de meyveye benzer. Hayatın bir özü, hayatın süzülmüş bir cevheri.
Peki akıl nedir?
O da şuur ve histen süzülmüş, özlerin özü.
Bir ağacı kâinata benzetsek, süzülmüş özü meyve olur. Meyvenin süzülmüş özü çekirdek, çekirdeğin süzmesi ise çekirdek içindeki hayat düğümü olur. İşte akıl da böyle bir şey. Kâinatı süzdünüz hayat ortaya çıktı, hayatı süzdünüz şuur ve his, şuur ve hissi de süzdünüz akıl, idrak, düşünce, kavrama ortaya çıkar.
Demek ki, kâinatın en kıymetli cevheri akıl, şuur, his, duygu, düşünce, fikir, idraktir.
Demek ki, kâinat hayatı, hayat ise aklı, şuuru, hissi, fikri, düşünceyi netice vermek için yaratılmış. Demek ki, kâinatın yaratılmasındaki maksat akıl, şuur ve histir.
Öyle de, bütün dünyanın şehadeti ile şimdiye dek görülen en yüksek akıl ise, Muhammed-i Arabî’nin (asm) aklıdır. Zira o (asm), Kur’ân’ın akla verdiği nur ile âlem-i gayb ve şehadetin bütün sırlarına vakıf olmuştur. Ve yine şimdiye dek görülen en yüksek ve en ihatalı şuur ve his ve fikir, Muhammed-i Arabî’nin (asm) şuur, his ve fikridir. Öyle ki ebede kadar uzayıp giden hayatın hadisâtını şuur ve hissi ile ihata etmiştir. Ve yine şimdiye dek görülen en yüksek fikir, kelâm ve akıl Muhammed-i Arabî’nin (asm) fikir, kelâm ve aklıdır. Âleme neşrettiği Kur’ân nuru ile tüm karanlık noktaları aydınlatmış, zihinleri ve fikirleri nurlandırmıştır.
Madem ki kâinattan maksat, hayattır ve hayattan maksat akıl, şuur ve histir. Öyle ise denilebilir ki, maddî ve manevî Muhammed-i Arabî’nin (asm) hayatı kâinattan süzülmüş bir hülâsanın hülâsasıdır. Risâlet-i Muhammediye (asm) ise hayatın his ve şuurundan süzülmüş bir özün özüdür. Kur’ân ve hayat-ı Muhammediye (asm) kâinatın ruhu ve aklı hükmündedir. Kâinatın hayatını besleyen ebedî hayatın nurlarıdır. Ebedî hayatın nurları bu nurdan medet alıp, bu nurdan beslenmektedir.
Öyleyse denilebilir ki;
“Eğer kâinattan risâlet-i Muhammediyenin (asm) nuru çıksa, gitse, kâinat vefât edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divâne olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyâreye çarpacak, bir Kıyâmeti koparacak.”
Evet, Nur-u Muhammedî (asm) bu kâinattan çıksa kâinat aklını kaybedecek. Şuurunu yitirecek, şu dünyamız deli divâne olacak. Şuursuzca bir hareketle kafasını bir seyyare arkadaşına çarpıp kıyamete sebep olacak.
Peki Nur-u Muhammedî (asm) nerede? Nerede yaşıyor ki çıkıp gitsin?
İşte sorunun cevabı burada:
“Ahali o Üstadın sözünü kabul edip, dinlemesidir. Demek, vücud-u üstad, vücud-u kasrın dâîsidir ve ahalinin istimâı, kasrın bekàsına sebeptir. Öyle ise, denilebilir ki, şu üstad olmasaydı, o melik-i zîşan, şu kasrı binâ etmezdi. Hem, yine denilebilir ki, o üstadın tâlimâtını, ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr, tebdil ve tahvil edilecek..” (Sözler, s. 113)
Yani insanların Nur-u Muhammedî’ye kulak vermelerinde. Bu Nur’u dinlemelerinde, o Nur’u yaşayıp, yaşatmaya devam etmelerinde. Bir başka deyişle iman etmelerinde, namaz kılmalarında, oruç tutmalarında, Kur’ân okumalarında, tesbih etmelerinde, kötülüklerden kaçınmalarında, haramdan uzak durmalarında. Nur-u Muhammedî’yi yaşatan insanlardır. İnsanların kalplerinde, akıllarında, hislerinde, şuurlarında, duygularında, fikirlerinde, düşüncelerinde devam ediyor bu Nur.
Demek ki insanoğlunun iman ederek inançlarını yaşamaya devam etmesi kâinatın devamına bir şart-ı âdîdir. Küllî İrade Sahibi olan Zat-ı Zülcelâl kâinatın devamı için cüz-i irade sahibi mü’min insanları bir şart-ı âdî yapmış. Bu sebeple bir tek mü’min bile hayatta olsa Kıyamet kopmayacaktır. Onun içindir ki Kıyamet öncesi bütün mü’minlerin ruhları kabzedilecek, Kıyamet tümüyle şerli insanların başına kopacaktır.
Öyle ise yaptığımız ibadet ve taat ve tesbihlerin ne kadar kıymetli olduğunu idrak edelim. Bir “Sübhânallah” tesbihi dahi kâinatın hayatı ile doğrudan alâkalıdır, unutmayalım. Okuduğumuz birkaç satırlık iman hakikati bile kâinatın hayatına hayat katmakta, sürekli akılda tutalım.
Cenâb-ı Hak hepimizi ve tüm mü’minleri Kur’ân ve iman hizmetinde daim eylesin. Âmin.
|
Halil AKGÜNLER
04.12.2006
|
|
ESMA-İ HÜSNA
Vefiyy
Allah (c.c.), Vâfî’dir, Vefiyy’dir. Yani Cenâb-ı Hak vefâ ve sadâkat sahibidir. Sözlerini ve vaadini tamamıyla îfâ eder. Vaadini eksiksiz yerine getirir. Vaadinden dönmez. Kullarına verdiği sözde sâdıktır. Kendisine îman eden, vaatlerine inanan, rahmetine güvenen, hikmetine itimat eden ve Ondan mağfiret ve af ümit eden kullarını aslâ yüz üstü bırakmaz. Ona yönelen kullarını rızâ ile kabul buyurur. Cenâb-ı Hak sâlih kullarına karşı cömerttir. Her hayrın ve iyiliğin karşılığını eksiksiz ve fazlasıyla öder.
Vâfî ve bu ismin mübalâğa biçimi olan Vefiyy ismi Peygamber Efendimiz (a.s.m.) tarafından Cevşenü’l-Kebîr’de zikredilmiştir. Kur’ân’da bu yüce isimlerin fiil türevleri mevcuttur.
İlgili âyetlerden bir kaçı şöyledir:
“Dünya hayatını ve güzelliklerini isteyenlere, orada işlediklerinin karşılığını eksiksiz veririz (îfâ ederiz). Onlar orada bir eksikliğe de uğratılmazlar.” (Hud Sûresi: 15)
“De ki, ‘Ey îman eden kullarım! Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah’ın yarattığı yeryüzü geniştir. Ancak sabredenlere, ecirleri sonsuz olarak ödenecektir (îfâ edilecektir).’” (Zümer Sûresi: 10)
Vâfî olan Cenâb-ı Hakkın âhiret ve ebediyetle ilgili vaatlerini îfâ etmesi, Bediüzzaman Saîd Nursî’ye göre hem bize, hem her şeye, hem Allah’ın Zât-ı Kibriyâsına, hem rubûbiyet saltanatına pek çok lâzımdır. Allah’ın vaadinden dönmesi ve söz verdiği şeyi yapmaması, yani âhireti îcat etmeyip, mahşeri kurmaması, Mahkeme-i Kübrâ’yı açmaması, insanları sorguya almaması, insanların amelleri hususunda adâletle hükmetmemesi, Cenneti ve Cehennemi tanzim etmemesi ve ebediyeti yaratmaması mümkün ve kâbil değildir. Bunları mümkün ve kâbil görmek, Cenâb-ı Hak hakkında—hâşâ—acziyeti ve cehâleti kabul etmek demektir. Oysa acziyet, iktidarının izzetine zıttır. Cehâlet ve bilgisizlikse, ilminin ihâtasına aykırıdır. Zîrâ, acziyet ve cehil büyük bir kusurdur, noksanlıktır ve eksikliktir. Cenâb-ı Hak ise bütün noksanlıklardan, eksikliklerden ve kusurlardan münezzehtir, yücedir ve uzaktır.
Çünkü, vaat ettiğini yapmamak ya cehâletten veya acziyetten kaynaklanır. Cenâb-ı Hak, Kâmil-i Mutlak olduğundan bütün eksiklik ve kusurlardan sonsuz derece uzaktır. İnsan ibâdet ettiği ve tanıdığı Hâlık-ı Zülcelâlin vaadine îman ve îtimat etmeli, Cenâb-ı Allah’ın vaadinden dönmesinin söz konusu olmadığını bilmelidir. İnsan, yine kat’iyyen bilmelidir ki, Cenâb-ı Hakkın kudretinde hiçbir cihetle noksaniyet yoktur. İşlerine hiçbir biçimde acz müdâhale edemez. Elbette ve elbette o Kadîr-i Zülcelâl, o Hakîm-i Zülkemâl, o Rahîm-i Zülcemâl—inşaallah—vaadini yerine getirecek, ebedî saadet kapısını açacak, ehl-i îmânı Âdem babasının aslî vatanı olan Cennete girdirecektir.
O Sâdıku’l-Va’di’l-Kerîm olan Allah, bütün bu doğru habercileri yalan çıkarmaktan sonsuz derece münezzehtir. Zîrâ, vaat ettiği şeyler Cenâb-ı Hakka gayet rahattır; kulları için gayet mühimdir. Vaadinden dönmek ise, hem iktidârının izzetine zıttır, hem sonsuz ilmine aykırıdır. İnsan, kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını ve aldatıcı nefsini tasdik ederek, hiçbir vecihle aldatmaya mecbûriyeti olmayan, haysiyetine hiçbir biçimde yalan yakışmayan ve bütün görünen işler doğruluğuna, hakkâniyetine ve vefâsına işâret eden Cenâb-ı Hakkı yalanlamakla, elbette büyük bir cezâya müstehak olmaktadır. Cenâb-ı Hak madem vaat etmiş, elbette bir büyük mahkeme açacak, bir ebedî saadet verecektir. Çünkü, îfâsı ona çok rahat, bize, her şeye, Ona ve saltanatına da pek çok lâzımdır. Bedîüzzaman’a göre, âlemde her şey Cenâb-ı Hakkın hak söyleyen sâdık kelimeleri, her semâvî olay Allah’ın doğru söyleyen konuşkan âyetleridir. Cenâb-ı Hakkın mükâfâtla ilgili sözünden dönmesi ise zillettir. Zillet, Allah’ın kutsiyetine hiçbir biçimde yakışmaz ve yanaşmaz. Cenâb-ı Allah’ın cezâ ile ilgili sözünü yerine getirmemesi ise, ya aftan veya aczden kaynaklanır. Oysa, küfür dehşetli bir cinâyettir, affa kabiliyeti yoktur. Kadîr-i Mutlak ise aczden münezzeh ve mukaddestir.
(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)
|
04.12.2006
|
|
Münâcâtü'l-Kur’ân
KEVSER:
1. Ey Hz. Muhammed’e (a.s.m.) Kevser’i veren ve namaz kılıp kurban kesmesini emreden! (1-2)
KÂFİRÛN:
1. Ey kâfirleri ve taptıklarını helâk eden!
NASR:
1. Ey Hz. Muhammed’e (a.s.m.) yardım edip düşmanlarına karşı onu muzaffer kılan ve tevbesini kabul eden! (1, 3)
|
04.12.2006
|
|
Nur'un dilinde Risale-i Nur
Yirmi Dördüncü Mektub
“Sizde bulunmayan ve Hüsrev’in istediği Mektûbât’ı tashih ettim. Birisiyle göndereceğim. Bu defa Yirmi Dördüncü Mektub’u çok kıymetli, çok ince, çok derin ayn-ı hakikat gördüm.” (Emirdağ Lâhikası, s. 300)
“Kâinatın en mühim muamması mütemadiyen mevt ve hayat, zeval ve fena içindeki faaliyet-i daimenin tılsımını keşfeder” (Lem’alar, s. 465)
Yirmi Dördüncü Mektub, Yirmi
Dokuzuncu Sözün âhiri ve Otuzuncu Söz
“Hem bütün ukulu hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tılsım-ı kâinat denilen ve Kur’ân-ı Azîmüşşanın i’câzıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkülküşa ve o muammâ-i hayretnümâ, Yirmi Dördüncü Mektub ve Yirmi Dokuzuncu Sözün ahirinde remizli nüktede ve Otuzuncu Sözün tahavvülat-ı zerratın altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayretnümanın tılsımını ve hilkat-ı kâinatın ve akıbetinin muammasını ve tahavvülât-ı zerrattaki harekâtın sırr-ı hikmetini keşf ve beyan etmişlerdir; meydandadır, bakılabilir” (Tarihçe-i Hayat, s. 178)
Yirmi Sekizinci Mektub
“Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Meselesinin Hatimesi, hâtem-i i’câza gelen tenkidâtı reddediyor ve parlak bir mühr-ü tasdik olduğunu gösteriyor.” (Barla Lâhikası, s. 159)
|
04.12.2006
|
|
|
|