“Allah’a niçin ihtiyacımız var?” sorusuna cevap arayan Dr. Alexis Carrel, “İnsan, her devirde ve her ülkede kudsîye yönelmek istemiştir. Bu durum, sevmekten de öte bir eğilim hâlini almıştır”1 der. İnsan, aklıyla Allah’ı bulabilir. Ancak, “Kâinatın yaradılışının sırrı nedir; sonu ne olacaktır; evvelâ insanı bir kul olarak yaratıp, sonra sayısız ni’metler ihsan eden, Kerîm-i Mutlak olan Allah’a nasıl teşekkür ile ibâdet edilecektir; emir ve yasakları nelerdir, itaat veya isyanın neticesi ne ile elde edilecektir; birbirimize karşı görev, sorumluluk, haklarımız var mıdır; tekrar dirilecek miyiz, dirileceksek nasıl bir muameleye tâbi tutulacağız; nerede barındırılacağız?” gibi son derece hayatî mevzuları bilemez.
Sınırlı olan insan beyni, bu sınırsız soruları anlama kabiliyetinden yoksundur. Diğer bir ifâdeyle, sınırlı olan bir şey, sınırsızı kuşatamaz, göremez. Hattâ cevâbı olmayacak bir şeyin sorusu da anlamsızdır.2 Dolayısıyla, sonsuza açılan kavramların muammasını ve soruların cevabını, ancak din verir: “O, kendi emriyle kullarına, kullarından dilediğine meleklerini vahiyle indirir ve der ki: ‘Benden başka ilâh olmadığını ve Benim emirlerime karşı gelmekten sakınmalarını halka bildirip onları azabımdan sakındırın.”3
Ancak, aklı bütün bütün bir kenara itemeyiz. Çünkü, din, akla hitap eder. Bundandır ki, “Aklın nûru fen; vicdânın ziyası din ilimleridir. İkisi birleştiğinde hakikat tecellî eder”4 denmiştir. İlim, fen ve felsefe de, kâinatın ve yaratılışın düğümünü çözmeye çalışır. E. Scrödinger’in ifâdesiyle, “İlim, insanlığa en büyük bağışı, ‘Bizler kimiz? Nereden geliyoruz ve nereye gideceğiz?’ gibi dehşetli soruların cevaplarını bulmak, ya da en azından akılları bu konuda rahatlatmak olacaktır.”
Ne var ki bilim, İlâhî kudretin bediî sanat eseri olan kâinat, varlıklar ve hâdiselerin fizikî cephesinden bahsederek, “Nasıl?” sorusuna cevap arar. Halbuki, insanoğlu, hem kendisinin, hem kâinatın metafizik yönünü de merak edip öğrenme zorunluluğu hissetmektedir. Öncelikle, “Kim?” ve “Niçin?” sorularının cevaplarının peşindedir. Oysa ilim, “nasıl” sorusu ile “eşyanın gerçek mahiyetine” de tam olarak cevap veremez. Meselâ niye bu kâinat var, niye bu yıldızlar var; niye cins cins yaratıklar var? Bilim, bunlara cevap veremez. Bilim, “Bu var” der; ondan sonra olgunun “nasılı”nı inceler.5
İlim, eşyanın zâhirini görür, yüzeyden inceler; derûnuna nüfûz edemez. İlimle sebeplerin bittiği yerde devreye, “sezgi-kalb, hads, vicdân” gibi mânevî, rûhî “ölçekler” girer. Zaten yaratılış hikmetine ve mezkûr sorulara, bugüne kadar dinler dışında tatminkâr cevaplar veren başka bir bilgi kaynağı çıkmamıştır. Ferdî bir tercih olarak din, hayatı anlamlı ve yaşanabilir kılan temel değer kaynağıdır.6
Düz mantığımız bile kuru bir bilginin bütün problemleri çözmeye kifâyet etmeyeceğine işâret eder. Dolayısıyla, bilmenin bittiği yerde düşünme başlar. Düşünme bilmenin verilerinden başlayarak onu sonsuz mümkünler anlamına yaymak demektir... Fakat, süje (algılayan, idrak eden) ve obje (algılanan idrak edilen) ikiliğini âlem vasıtası ile aşamayız.7
Dipnotlar:
1-Başarının Sırları, s. 113.; 2-Prof. Dr. Sabri Özbaydar, İnsan Davranışının Sınırları ve Spor Psikolojisi, Altın Kitaplar Yay., 1983, s. 20-22.; 3- Nahl Sûresi: 2.; 4-Münâzârât, s. 127.; 5-Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, Yeni Asya, 15.12.2001.; 6-Prof. Dr. Hayri Bolay-Doç. Dr. Mümtaz’er Türköne, Din Eğitimi Raporu, Ankara, 1995, s. 3.; 7-Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, Ank Ün. Basımevi, 1963, s. 50-51.
10.08.2006
E-Posta:
[email protected]
|