Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî, 25. Söz’de, Kur’ân’ın, bütün zamanlara mahsus, ebedî bir mucize olduğunu, şu “40 Vecih’le” izah ve de ispat ederken, şu İkinci Şule’sinde
“En ziyade kendine güvenen ve Kur’ân’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu Asr-ı Hâzır ve şu asrın Ehl-i Kitap İnsanları, Kur’ân’ın “Ya EhlelKitabı Ya EhlelKitabı” hitab-ı mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitap, doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve “Ya EhlelKitabı” lafzı “Ya EhlelMektebi” mânâsını dahi ‘tazammun’ eder.” dedikten sonra, devamında “Bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebâbetiyle “Ya EhlelKitabı teâlev ila kelimetin sevâın beynenâ ve beyneküm” sayhâsını, âlemin aktarına savuruyor…” demekte.
20. Yüzyıl’ın, en derin handikap ve problemi şu “Din-Bilim İkilemi” ve de şu “onulmaz” ayrımı olsa gerek…
Daha doğrusu; birinin varlığının, diğerinin yokluğu üzerine bina edilmesi şeklindeki şu “inkâr” ve de “karşıtlık” söylemi…
Kaynağını, Pozitivizm’in kurucusu Fransız filozof Auguste Comte’nin “Dini (Hıristiyanlığı, özellikle de şu Katolik Mezhebi’ni kastederek) ‘tahtından’ indirdik; artık o tahtta sadece ‘Bilim’ var.. Bilim, ‘her şeyin’ ölçüsüdür…” şeklindeki şu “meşum” manifestosundan alan açık bir “inkâr” ve de “karşıtlık” söylemi…
“Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde (Kutsal Kitap, Peygamber, din, mezhep, tarikat, Üstad) mürşid aramak dalâlettir!” iddiası, hem de söylemi, tam da şu Pozitivizm’in şu “Dogmatizm” suretinde “putlaştırılması”dır ve aslında bu hâliyle Kemalizm, bu topraklarda, onun hem “yerli” ve de “millî” hem de şu “modern” versiyonudur.
Hâlbuki, daha şu “Modern Cumhuriyetimiz” kurulmadan çok önce, şu asrın hemen başında, şu Muhakemât isimli eserinin mukaddemesinde, şu “ikazıyla” birlikte, bu “Din-Bilim İkilemi”ni giderme, bu “düalizm”den kurtulma, hem bir “telif”, hem de şu “çözüm” olarak “Akıl ile nakil, teâruz ettikleri vakit; akıl, asıl itibar, nakil ise tevil olunur. Ama o akıl ise ‘ÂKIL’ olsa gerektir…” denilmekteydi.
Osmanlı’dan bize, “miras” olarak üç müessese tevarüs etmiş; Tekkeler, Medreseler, bir de şu Modern Mektepler…
Şu Tekke Ehli şu Medrese Ehli’ni şu “ihlâssızlıkla”, Medrese Ehli şu Tekke (Tarikat) Ehli’ni şu “câhillik” ve de “ilimsizlik” ile, Mektep Ehli, şu Medrese Ehli’ni şu “irtica” ve de “yobazlık”la, Medrese Ehli de şu Mektep Ehli’ni şu “ilhâd” ile, şu “dinsizlik” ile itham edince, ortalık toz duman olmuş, çarşı tamamen karışmış, göz gözü görmez olmuştu…
Ama yine “çözüm” o adresten gelmişti: “Vicdân’ın ziyası, ulûm-u diniyedir. Akl’ın nûru, fünûn-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla ‘hakikat’ tecellî eder… O iki cenah ile talebenin himmeti ‘pervâz’ eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder…”
Ya EhlelMektebi… nasılsınız…