Doğmak, her şeyin doğasında vardı. Şiddetli ruh sıkıntısı, şiddetli hakikatlerin doğuşunun habercisiydi.
Her doğumda, her doğuşta “zorluk” vardı. Doğacak şeylerin büyüklüğünce doğuşun sancısı da büyüyordu...
Birisi vardı…
Yaklaşık kırk yaşlarında…
Ara sıra, çölde, yüksekçe bir dağda, bir mağarada uzlete, yalnızlığa çekilir, tefekküre dalardı.
Gece; yıldızlar, ay, mehtap, gökyüzü, karanlık…
Karanlıkta bir nûr, bir ışık, sükûnet…
Sessizlikte bir genişlik, bir ferah, derinlik…
Geceleri sevmişti gündüzleri sevdiği kadar.
Gündüzün meşgalesi, derdi, tasası, sıkıntısı…
Gece; istirahat, inşirah, huzur, belki biraz da tatlı bir hüznün belirtisi…
Gecenin sâkinleri geceye yakışırdı.
Gündüzün sâkinleri de gündüze.
Her şey yerinde güzeldi.
Gece de, gündüz de kendi yerinde…
Gözünü geceye dikmişti…
Gecenin içinde, sükûnetinde bir nûr, bir ışık arıyordu.
Sanki bazı sesler duyuyor gibiydi “mâverâ”dan.
Sanki büyük bir “şey”e hazırlık seziyordu kendisinde.
Dünyanın şeklini, rengini, zevkini, şevkini değiştirecek büyük bir “şey”e hazırlık…
Her şey garipleşmişti…
Taşlar, ağaçlar, otlar, hayvanlar, kuşlar…
Her şey değişik bir hâl almıştı.
Sanki onunla tanışır, sesini duyar, konuşur, hâlini anlar olmuşlardı.
Sanki herkes ve her şey bir “hazırlık” içindeydiler…
Önce “rüyâlarla” başlamıştı.
Yarın olacakları, gecede, rüyâda, kendi gözleriyle görüyordu.
Kendisi de hayretteydi.
Tam bir anlam verememişti.
Altı aylık bir zaman böyle geçmişti…
“Hazırlığın” kırk cüz’ünden birisi…
Rüyâlar haberciydi…
Onlar, iki âlem arası perdelerdi.
Nûranî, aydınlık ve şeffaf perdeler
Âlem-i gayb ile şehâdet ortasında…
Âlem-i misâlden pencereler
Âlem-i Berzah ile Âhiret arkasında…
Sâdık müjdeciler, doğru haberciler
İstikbalden, mutlu bir gelecekten…
Sâdık, nûranî ve aydınlık insanlarda…
Küçüklüğünden beri tam bir iffet, itidal, istikâmet ve doğruluk üzere idi.
Kavminin “Emîn” i olacak kadar…
Hayatı boyunca “yalanına” tesâdüf edilmemişti.
Bütün güzel huyları, memdûh ahlâkları, yüksek seciyeleri; âli hasletleri, övülmüş sıfatları kendinde toplamış, cem etmişti…
Belki de O, bütün kâinattan süzülmüş, insanlığa en güzel bir nümûne, bir örnek olarak seçilmişti…
Bir gece, o yüksek dağda, o önü açık mağarada tefekkürde iken “sancılarının” arttığını hissetti.
Derken, ufukları kaplayan, her taraftan, her şeyden, her zerreden duyulur, yüksek, şiddetli ve de gür bir ses:
“ Oku!” dedi.
O da “ Ben okuma bilmem!? “ diye karşılık verdi.
Yüksek bir haşyet, ürperti, hem de heyecan içinde.
O, âfâkı kaplayan “Ses” tekrar seslendi
“Yaratan Rabbi’nin adıyla oku!
O Rabbin ki, insanı asılı duran bir şeyden yarattı.
Oku! O en büyük kerem sahibi Rabbin ki, kalemle olanı öğretti.
Ve, insana bilmediğini öğretti.”
Haşyet, lezzetli bir korku, bir heyecan içini sarmıştı…
Hemen yola koyuldu…
Yolda, giderken, sanki o sesler her taraftan kulağına yankılanıyordu
“Oku…”
Bir de bir şeyi hiç unutamıyordu.
O bütün âfâkı kaplayan “Ses”in o muhteşem, haşmetli kanatlarını…
Artık O, nübüvvet, nebilik, peygamberlikle şereflenmişti…
Duydukları, kendisine verilen Kitab’ın “ilk âyetleri” idi.
Gördüğü o “Ses” de vahiy meleği Cibrîl, Cebrâîl idi…
Evine, hâne-i saâdetine varmıştı.
Hemen eşine: “Beni örtün, beni örtün!” diye seslendi.
Heyecan ve helecan dolu bir ifâdeyle.
Daha kendisine gelmeden yine o “Ses”i duydu
“Ey örtüsüne bürünen!
Kalk ve uyar!
Rabbini yücelt!
Elbiseni de temiz tut!..”
Artık, sevgili eşine de anlatmanın zamanı gelmişti.
Çünkü, eşi gâyet anlayışlı, munis, hem de şefkatli idi.
Hâlden anlardı.
Eşinin derdiyle hemdert olmayı severdi.
Olanca açıklığıyla anlattı…
O da olanca samîmiyetiyle tasdîk ve de kabul etti.
“Sen ki düşkünleri, yetimleri korur, gözetirsin.
Daima doğru konuşur, hiç yalan söylemezsin.
Akrabaya, yakınlara yardımcı olmayı seversin.
Herkese karşı iyilik düşünürsün.
Elbette bu şeref sana aittir.
Bu vazifeye en lâyık olan elbette sensin!” diye de tamamladı.