"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

“Hutuvât-ı Sitte” mi, yoksa şu “Hücûmât-ı Sitte” mi daha zararlı?

Orhan Ali YILMAZ
01 Şubat 2025, Cumartesi
Üstâdımız, bilindiği üzere, “hacmen” belki küçük, ama “mânen” ve vazifeten “bir dağ azametinde” ve de mesabesinde olan Hutuvât-ı Sitte adlı eserini, şu işgalci ve emperyalist hedeflerini gerçekleştirmek adına Âlem-i İslâm’ın şu her tarafına fitne ve kundak sokan ve en nihayetinde, bu emelinin ille-i gayesini gerçekleştirmek niyetiyle 16 Mart 1920’de İstanbul’u işgal eden, dönemin İngiltere’sini muhatap alarak yazmış.

Defalarca, hem Türkçe, hem de Arapça olarak baskısı yapılmış ve el altından gizlice dağıtılmış bu eser.

Karşı taraftan, şu düşman tarafından, bu eserin şu “muazzam” tesiratı fark edilince, “Bu şahıs, hayatta kaldığı sürece, biz Âlem-i İslâm’da, bahusus, şu Osmanlı’daki emellerimizi gerçekleştiremeyiz…” denilerek, İşgal Orduları Başkomutanı bulunan, İstanbul’u henüz işgal eden İngiliz komutan General Charles Harington tarafından bizzat, Bediüzzaman hakkında şu “Vur emri” çıkartılır. Üstad Hazretleri ise, o “misilsiz” imanından aldığı şu kuvvet ve metanet ve cesaret, hem de şu yakîniyetle “Ecel birdir; tagayyür etmez!” diyerek, ama şu “tedbiri” de elden bırakmayarak, her akşam başka bir yerde kalarak, yani her akşam şu yerini değiştirerek, hem de “Ben, öyle çabuk, hem de ucuz teslim olmam!” diyerek, dönemin en gelişmiş şahsî savunma silâhı kabul edilen, şu toplu tabancası olan “iki rovelveri” de iki yanına alarak, şu tek başına “merdane” mücadele etmiş… 

Sonrasında, işgalci İngiliz generalin şu istihbarat subayı şu generaline gelerek, “Efendim, Bediüzzaman’ın Doğu’da çok büyük bir nüfûzü, etkisi vardır. Eğer onun vücudunu ortadan kaldırırsak, Doğu’daki aşiretler, her ne pahasına olursa olsun, isyan ederler ve bizler bu durumda Doğu’ya hâkim olamayız…” şeklinde rapor verince, o da mecbur kalıp bu “Vur emri”ni geri çekmek zorunda kalır. 

Olayları ve gelişmeleri şu yakından, hem de şu “dikkatle” izleyen Ankara’daki Kuva-yı Milliye Hareketi ve onun başında bulunan Mustafa Kemal, “Bu Kahraman Hoca bize lâzımdır...” diyerek, şu şifreli telgraflarla onu “ısrarla” Ankara’ya davet ederler. 

Üstâdımız ise “Cephe gerisinde mücadele etmek, benim hoşuma gitmiyor… Anadolu’dan (Ankara’dan) ziyade, ben burayı (yani İstanbul’u) tehlikeli görüyorum…” diyerek bu teklifleri her seferinde reddeder. Nihayetinde, eski dostu, Van eski Valisi Hasan Sâmih Paşa’nın şu ısrarlı daveti neticesinde, işgalden, yaklaşık iki buçuk yıl sonra, 1922 yılının şu Kasım ayında Ankara’ya gelir ve TBMM tarafından “Hoşamedi,” yani “Hoş Geldin!” merasimi ile karşılanır ve -bilindiği üzere- “Hâl Çarelerini Muhtevi” şu 10 Maddelik bir “Beyannâme” hazırlayarak, Meclis’te irad ile neşreder.

“Hücûmat-ı Sitte” isimli eseri ise, şu hâricî düşmanlara bedel, daha ziyade zararlı, hem bir o kadar gizli ve de sinsi, şu “dâhilî,” hem de “enfüsî” düşmanların şu tuzaklarından, şu hile ve de hücumlarından sakınmak, daha doğrusu “sakındırmak” için kaleme alınmış ve Üstâdımız tarafından, 21. Lemâ-i İhlâs’la birlikte biz Nur Talebeleri mabeyninde şu “müzâkereli” tarza okunması, bizlere şu ısrarla, şu “önemle” tavsiye edilmiş…

Şu 1947-1948 tarihleri arasında, yaklaşık iki yıl süren Afyon Mahkemesi ve hapsinde, tam da bununla ilgili olarak, özelde, hapisteki şu talebelerine, genelde ise, biz umum Nur Talebelerine hitaben yazdığı şu çok önemli hatırlatma ve de ikazında Üstâdımız, “Siz, bu ‘şiddetli imtihana’ girmek ve ‘inceden inceye’ sizi kaç defa “altun mu, bakır mı” diye ‘mehenge’ vurmak ve her cihette, sizi ‘insafsızca’ tecrübe etmek ve nefislerinizin, hisseleri ve desiseleri var mı, yok mu; üç-dört eleklerle elenmek; hâlisane, ‘sırf hak ve hakikat namına olan’ hizmetinize ‘pek çok lüzûmu’ vardı ki, Kader-i İlahî ve İnayet-i Rabbaniye ‘müsaade’ ediyor…” demekte.

Üstâd Hazretleri’nin vefatından sonra, Nur Camiası’nın şu günümüze dek olan şu serencamında, şu cemaat bölünmelerinde, 60, 71 ve 80 İhtilalleri sebebiyle maruz kaldığı şu fitnelerde, sonrasında 28 Şubat 97 Post Modern Darbesi’nde ve özellikle de, şu en son gerçekleşen meşum 15 Temmuz Dâhilî Kalkışması’nda yaşananlar, Hücûmat-ı Sitte’de belirtilen hususların ne kadar önemli, hem de şu üzerinde şu dikkatle şu uzunca “müzâkere” edilmesini gerektirecek ciddiyette, bir o kadar “değerli” olduğunu bizlere “ispat” etmiştir ve şu etmeye de devam etmekte…

Ne diyordu Üstâdımız şu Münâzarât’ında “Cidâl, berdevam, harp ise seccâldir…” vesselâm. 

Okunma Sayısı: 327
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Emre eren

    1.2.2025 00:44:26

    15 Temmuz Dâhilî Kalkışmasının Üstad ile ne ilgisi var? Nasıl bir bağlantı kurdunuz?

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı