Felsefe’de, “Muallim-i Evvel” kabul, hem de tesmiye olunan Eski Yunan Filozofumuz şu Aristoteles’e atfedilen, içinde, hem ince bir ironi, hem de beliğ bir “cinas” barındıran şu asıl gerçekliğimiz…
Coğrafî olarak teslim olunan şu “bilimsel” gerçekliğimiz, dünyadaki şu bütün yüksek dağların, şu mebde-i yaratılışı (oluşumu değil) hep şu yerkabuğunun derûnundaki şu şiddetli, şu “sıra dışı” sıkışmaların ortaya çıkardığı büyük çatlakların, hem de şu volkanik kraterlerin tepkimeleri sonucu...
Dünyanın zirvesi kabul edilen şu Everest’i elinde tutan, hem de hiç bırakmayan, meşhur şu Himalaya dağ silsilemiz, hem de şu haşmetiyle, şu güzelliğiyle şu insanlarımızı mest edip kendisine hayran bırakan şu Avrupa Alpleri’miz, hep bu “sıra dışı” sıkışmaların sonucu var olmuş...
İnsanlık tarihi mi dediniz; şu İlm-i Tıp’ta, şu Eski Yunan ve de Antik Roma’da yaşamış hekimlerimiz olan şu Hipokrat ve Galen, hem de şu sonraki dönem, şu meşhur Avicenna’mız, şu İbn-i Sina’mız, tarihin kaydettiği en önemli “çatlaklarımız”dan bazıları meselâ...
57 yıl gibi “kısa sayılabilecek” bir ömre ancak bâliğ/muvaffak olan, gâyet “dağdağalı” şu sergüzeşt-i hayatına, matematikten astronomiye, botanikten zoolojiye, müzikten psikolojiye, simyadan kimyaya, oradan tıbba, tıptan ta siyasete, ilâ âhir.. pek çok değişik konu, hem de disiplinler üzerine -240’ı günümüze ulaşmış- toplam 450 kadar makale/eser/kitap/risale telif edip sığdıran, elimizdeki eserlerinin 150 kadarı felsefe, 40 tanesi tıp üzerine olan, en ünlü iki eseri; felsefe ve fen konularını ihtiva eden çok geniş, tam da ansiklopedik bir çalışmaya ya da bizim dilimizde “Külliyât”a tekabül eden şu Kitabü’ş-Şifa’sının yanı sıra 17. Yüzyıl’a kadar, istisnasız, Avrupa’da, gelişmiş bütün üniversitelerinde şu Tıp Fakültelerinde şu müfredata konulup, “temel ders kitabı” olarak okutulan, hacimli, büyükçe beş (5) cilde ancak sığdırılan/sığdırılabilen şu El-Kânûn fi’t-Tıbb’ın yazarı/müellifi bulunan, Lâtince ismiyle “Avicenna” diye tanınan/bilinen şu bizim İbn-i Sina’mız...
Şu müzikte, resimde, heykelde, edebiyatta, sporda, siyasette, ilâ âhir… bunun gibi nice şu “sıra dışı” kabiliyetler kaydetmiştir şu insanlık tarihimiz…
İlâhî Kelâm’da ise “Her ilim sahibi bir bilenin üzerinde, ‘daha iyi bilen’ birisi vardır…” denilmekte.
Risale-i Nur’da ise, 24. Söz’ün Dalları’nın şu Üçüncüsü’nde şu Onuncu Asıl’da, konu teşrih edilirken, şöyle denilmekte “Ekser taife-i mahlûkatta olduğu gibi, ef’al ve amal-i beşeriyede, bazı hârika fertler bulunur.
O fertler, eğer iyilikte ileri gitmişse, o nevilerin medar-ı fahirleridir; yoksa, medar-ı şeâmetleridir.
Hem gizleniyorlar...
Âdeta, birer şahs-ı manevî, birer gaye-i hayal hükmüne geçerler.
Sair fertlerin her birisi ‘o olmağa’ çalışır ve ‘o olmak’ ihtimali var…
Demek, o mükemmel hârika fert ise; mut-lak, müphem bulunup, her yerde bulunması mümkün…”
Yani bu “sıra dışı” fertler, ancak ortaya çıktıktan sonra, ancak şu fiilleri ve eserleri üzerinden, onlar sayesinde tanınabilir ve bilinebilirler, yoksa ilk başta muayyen, belirli, şu herkes tarafından bilinen, “bilindik” şahıslar değillerdir.
Âsâr-ı Bediiyye’sinde mündemiç şu Divan-ı Örfi’sinde ise, şu gelecek minvalde, konuyu daha bir “vuzûha” kavuşturur “Şâz ve ‘nâdir’ olarak ‘istidad-ı zamanın’ fevkınde, çok kimseler gelip geçmiş... Nâs, ibtida onlara ‘cünûn’ veya ‘abes’ isnadından sonra, ‘sihre’ veya ‘harika’ya haml etmişler…”
Devamında ise kendisiyle alakalı olarak, tıpkı 2.500 yıl önce Eski Yunan’da Sokrates’in meşhur Savunması’nda, şu Atina Mahkemesi Salonu’nda kendisini yargılayanlara yaptığı gibi, içinde yüksek ve müthiş ince bir “ironi” de barındıran şu mahkeme müdafaasında mahkemeye hitaben “Birinci ve ikinci noktanın mabeyninde olan tezat, ‘cinnetime’ hükmeden zevâtın delil ve müddeâlarında olan ‘tezada’ îmadır…
Zira, efalleriyle demişler: ‘Divanedir; çünkü ‘her mesâil-i müşkileye’ cevap veriyor…
‘Böyle delil getiren’ delidir...’”
Ezcümle, özeti, kendisini yargılayanlara ”kısaca” diyor ki Üstâdımız; hem bana “cinnet-delilik” isnadında bulunuyorsunuz, hem de şu mahkemede yargılıyorsunuz… Hâlbuki, deliler “muâheze”-den muaftırlar…
“Hakikat” şu ki, “Deli” ile şu “Dehâ” arasında, aslında “çok ince” bir çizgi ve de “ayrım” vardır, hem de şu “sıradışılıkları” itibariyle birbirlerine benzerler…