Mele Mehmet Emin, 1933 yılında Siirt’in Baykan ilçesine bağlı Atabağ köyünde doğmuştur.
Babası, çevrede tanınan bir âlimdir. İlk eğitimini babasından alır, ardından farklı âlimlerden dersler alarak 17 yılın sonunda icazetini alır. Ancak imamlık yapmaz. Geçimini marangozluk ve duvar ustalığıyla sağlar. Köydeki bir problem sebebiyle ailesiyle birlikte Batman’a yerleşir.
Batman merkezinde iki çarşının kesiştiği yerde marangoz dükkânı açar. Hızla gelişen ilçede yoğun siparişler alır. Boş vakitlerinde Arapça kitaplar okuyarak zihnini geliştirir. Esnaf komşularıyla, özellikle Abdurrahman Yargın’la ilmî sohbetler eder. Abdurrahman Yargın Bediüzzaman’ın Son Şahit talebelerinden olan hırdavatçıdır. Çevresi onu güvenilir, sevilen ve sayılan biri olarak tanır. Komşu esnafa her fırsatta Risale-i Nurlar’dan dersler okur, ardından bir risale hediye eder.
Abdurrahman, karşı dükkân komşusu marangoz Mele Mehmet Emin Coşan’ı sever, sohbetlerinden keyif alır. Bir gün yine bir sohbetin ardından Bediüzzaman’ın Lem’alar isimli kitabını ona hediye eder. Mele, kitabı aldığı gibi dükkândaki Arapça kitapların bulunduğu kitaplığa koyar. Kitabın kapağını dahi açmaz. Kitap, yaklaşık sekiz yıl boyunca tozlu rafta bekler.
Oğlu Faruk, marangoz dükkânında çıraklık yaparken bir gün kitaplıktaki Lem’alar dikkatini çeker ve ayakta okumaya başlar. Kitap ilgisini çekince okumaya devam eder. Bitirdiğinde Bediüzzaman’ı merak eder, diğer eserlerini bulur ve okumayı sürdürür. Kısa sürede tüm külliyatı okuyarak büyük bir heyecanla babasıyla Risale-i Nur üzerine konuşmaya başlar. Ancak Mele’nin ilmî kariyeri ve birikimi, bu sohbetleri zamanla tartışmalara dönüştürür. Tartışmalar sekiz yıl boyunca devam eder. Mele, oğlunun anlattıklarını dinlemesine rağmen kitapların kapağını bile açmaz. Sert bir şekilde, “Bu kitapları okumayacağım!” der.
Bu gergin dönem sürerken Mele bir gece ilginç bir rüya görür. Rüyasında Hz. Ali’yi (ra) görür; Hz. Ali ona bir şeyler okumaktadır. Uyandığında, okunanın ne olduğunu merak eder. Sabah dükkâna geldiğinde rüyasını oğlu Faruk’a anlatır. Mele, Hz. Ali’nin (ra) okuduğu şeyin Arapçaya benzemediğini söyleyince, Faruk “Baba, dinlediğin Celcelûtiye olabilir mi?” der ve okumaya başlar. Mele, oğlunun kaldığı yerden devam ederek Celcelûtiye’yi okumaya başlar. Rüyasında Hz. Ali’nin (ra) ona okuduğu şeyin Celcelûtiye olduğunu fark eder.
Rüya, Mele’yi derinden etkiler. Bunun bir mesaj olduğunu düşünerek, Faruk’a “Bana Celcelûtiye’yi açıklayan bir kitap getir,” der. Faruk kısa süre sonra Bediüzzaman’ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî isimli kitabını getirir. Mele, kitabı aldıktan sonra bir köşeye çekilir, hiçbir iş yapmadan kitabı baştan sona okur. Kitap bittiğinde 55 yaşındadır. Oğluna dönüp, “Bu kitabı yazan kişi sıradan biri değil. Bana tüm kitaplarının Osmanlıca ya da Arapça nüshalarını bul, hepsini okuyacağım” der. Ancak aradığı nüshaları bir türlü bulamaz.
Kısa bir süre sonra büyük oğlunu ziyaret etmek üzere İstanbul’a gider. Kitapları nasıl bulabileceğini araştırırken, Bediüzzaman’ın talebesi Abdullah Yeğin’in kaldığı medreseyi bulur ve ziyaret eder. Osmanlıca ya da Arapça Risale-i Nur kitapları aradığını söyler. Ona hemen Osmanlıca yazılmış bir külliyat temin edilir. Mele, külliyatı alır ve Abdullah Yeğin’in sohbetine katılır.
Bir süre sonra öğle ezanı okunur. Abdullah Yeğin ayağa kalkar, Bediüzzaman’ın kendisine hediye ettiği cübbeyi imamlık yapması için Mele’ye uzatır. Mele: “Siz Bediüzzaman’ın talebesisiniz, ben sizin önünüzde nasıl namaz kıldırayım?” der. Abdullah Yeğin ise “Sen âlimsin ve Bediüzzaman’ın hemşehrisisin” diyerek imamlık görevini Mele’ye verir. Mele, öğle namazını Bediüzzaman’ın cübbesiyle kıldırır. Namazdan sonra yapılan dersin ardından medreseden ayrılır.
İstanbul’dan döndüğünde içindeki sevinç ve huzurla eve kapanır, gece gündüz demeden Risaleleri okumaya başlar. Bazen yemek yemeyi bile unutarak sabahlara kadar okur. Okudukça aklında, kalbinde derin etkiler oluşur. Manevî olarak âdeta bir ameliyat geçirmektedir. Yıllar önce medresede aldığı 17 yıllık klasik eğitim, Risale-i Nurlar’ı anlamasında ona büyük kolaylık sağlar. Sanki Bediüzzaman karşısında oturmuş, onunla sohbet ediyordur. Üç-dört ay gibi kısa bir sürede külliyatı bir bardak su içer gibi bitirir.
İstanbul dönüşünden sonra heyecanla Osmanlıca Risaleleri okumayı sürdürür. Sıra Şualar isimli kitaba gelmiştir. Bir gün oğlu Faruk sipariş işleriyle ilgilenirken, Mele elindeki kitabı bırakır, başındaki şapkayı yırtıp çöp kutusuna atar. Faruk hayretler içinde kalır. Mele, 5. Şua’yı okumuştur. Ertesi gün başında sarıkla dükkâna gelir. Artık her dakikasını Risale-i Nurlar’ı okuyarak geçirmektedir. Her okuyuşunda sanki yeni bir hakikatle tanışıyormuş gibi mutludur.
Bir gün, Kehf Suresi 16. ayetinin “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız” mealini Risale-i Nur’da okurken donup kalır. Bu ayeti yıllarca anlayamamıştır. Bediüzzaman’ın 16. Söz’ünde geçen “Güneş, zatı itibarıyla bizden çok uzak olmasına rağmen, ışığı ve ısısıyla göz bebeğimize kadar girmektedir” ifadesini okuyunca, ayetin manası zihninde netleşir ve huzura kavuşur. Bu tefsiri imam arkadaşına da anlatır.
Mele, her gün farklı bir konuyu okuyarak yıllar boyunca zihninde çözümsüz kalan sorulara cevaplar bulur. Artık tahkikî imana sahip olmanın huzurunu yaşar. Arkadaşlarına “Siz Risale-i Nurlar’ı okumadığınız için neler kaçırdığınızın farkında değilsiniz” diyerek hayıflanır.
Mele, Risale-i Nurlar’la 55 yaşında tanışır. Ömrünün son anına kadar okumayı sürdürür. Hasta olduğu dönemlerde bile okumayı bırakmaz. Risaleler, âdeta ona ilâç gibi gelir.
2010 yılının Ekim ayı sonlarında, gece saat 12 civarında oğlu Faruk’u yanına çağırır. Faruk “Buyur baba?” der. Mele: “Işıkları aç, melekler misafirliğime gelecek” der. Faruk: “Baba, meleklerin ışığa ihtiyacı yok ki” deyince, Mele: “Oğlum, melekler nura gelir,” der. Faruk ışıkları yakar. Kısa süre sonra, misafir melekler Mele’nin ruhunu teslim alır.