(Bir erkek gözüyle, kadının dünyasını anlamaya yönelik, îman-fıtrat bağlamında “yarı empatik” bir bakış açısı yakalama denemesi...)
Dünya: İnsanın, imtihan ve tecrübe edilmek üzere gönderildiği, eline, mâhiyeti meçhul fakat varlığıyla apaşikâr bir belge olan bir cüz-ü ihtiyarînin tutuşturulduğu, önünde suûd ve sukûda, şu Cennet ve de Cehennem’e giden çok uzun bir yolun açıldığı acîp bir diyar.
Kadın: Kudret-i İlâhiye’nin en nâzik, en nazdâr, en şefkatli, en merhametli, en duygulu, en hassas bir şekilde yarattığı en mübârek bir mahlûku.
Gün: İnsana sermaye olarak verilen ömrün ve hayatın, gece ve gündüzden elinde kalan şu 24 saatlik dilimi...
***
Kadın olarak ne yapacaktım şimdi?
Dünyanın Kur’ân nazarında yeri belliydi; bir imtihan, hem de tecrübe yeriydi...
Her yeni gün, Cenâb-ı Hakk’ın vermiş olduğu şu bütün sermayeden, insanın eline verilmiş bir parça ve de fırsat idi...
Bu 24 saate neyi sığdıracaktım, neyi sığdırabilirdim?
Sadece yemek yapıp, bulaşık yıkayıp, temizlik mi yapacaktım veya -eğer varsa- çocuklarıma mı bakacaktım?
Yoksa ara sıra da olsa, şu dünyaya şu gönderiliş maksadım üzerinde düşünecek miydim, düşünmeli miydim?
Bu konudaki “konumum” acaba erkeklerden farklı mıydı; veya “ne kadar” farklıydı?
Bu konudaki düşüncelerim, hem de düşünmelerim her zaman erkeklerden az mı olcaktı; veya ne kadar “farklı” olacaktı?
Herhâlde “kritik soru” veya “sorun”, İslâmî açıdan burada olmalıydı...
“Dünya Kadınlar Günü”nün anlamı da bir “Müslüman kadın” için, yaklaşık bu anlamda kendine yer bulmalıydı...
***
Kadın, erkekten farklı olarak, “annelik” görevi gibi, yani Kudret-i İlâhiye’nin en büyük bir mûcizesi bulunan, “çocuğa menşe olmak” gibi ulvî ve de kudsî, hem de fıtrî bir vazife ile tavzif edilmişti…
Ve o çocuğun bakımı için gerekli bütün duygular da; sevgi, şefkat, merhamet, hiçbir karşılık beklemeksizin, “ıvâzsız” fedakârlık.. hepsi “peşinen” verilmişti.
Kadın, mümtaz, hem de “seçkin” yaratılmıştı…
Erkeklerle yarışamazdı...
Çünkü “kulvarları” farklıydı…
“Hâlık-ı Zülcemâl”, ona fıtraten “farklı” görevler yüklemişti…
İlgi alanları, ihtiyaçları, değer yargıları, hatta değerlendirmeleri erkeklerden epey’ bi’ farklıydı…
Bir erkek için “çok ehemmiyeti olmayan” bir şey, onun için aslında “çok önemli” olabilirdi...
Herhalde, bunda da, kadını suçlamak değil, onu anlamaya çalışmak, “en azından” anlayışla karşılamak gerekirdi; gerekliydi...
Ne de olsa “Erkekler Mars’tan, Kadınlar ise Venüs’ten” di...
***
Herhalde sorun burada düğümleniyordu:
“Beni dünyaya gönderen Zât, beni “hangi çeşit” özelliklerle donatarak ve diğerlerinden “ne şekilde” farklı kılarak dünyaya göndermişti?
Kur’ân ve Sünnet-i Peygamberîsinde beni nasıl târif etmişti?..”
Her şeyden önce, ben kendi târifimi, kendi tanımımı “doğru bir şekilde” yapmalıydım.
Özelliklerim, farklılıklarım, zaaflarım, vazgeçemediklerim, hayatımdan sildiklerim, değer vermediklerim, düşünmeye değer görmediklerim, tahammüllerim, tahammül edemediklerim.. nelerdi?!
Sonra, “bana özel” olarak verilenler ile o “istenilenler” arasında o “dengeyi” nasıl kurabilirdim?..
Bütün hayatımı, erkeklerle “yarışarak” mı geçirecektim; yoksa şu fıtratıma, şu yaratılışıma uygun bir yol, uygun bir rol mü seçecektim?
Erkekler karşısında, kendimi nasıl hissedecek ve nereye yerleştirecektim?
Kendimi -ondan farklı olarak- nasıl ve ne şekilde târif edecektim, ona karşı –sözüm ona- herhangi bir “üstünlük” veya “eşitlik” dâvâ etmeden?
***
Elbette “üstün” taraflarım vardı...
Annelik, şefkat, merhamet, tahammül, sadakat, sabır ve fedakârlık, belki de biraz da bir kıskançlık (!) gibi…
Fakat benim de “yetişemediğim” bazı konular olmalı mıydı?
Cesaret, dirâyet, güç, hâdiseler karşısında olan dayanıklılık, sosyal hayata karışmadaki “kolaylık” gibi…
Sanki biraz da erkekleri, hem de onların dünyasını tanımam gerekliydi; gerekirdi...
Bilmediğim, tanımadığım konu ya da konularda yerli yersiz ahkâm kesmemem, hele de şu hissiyâta düşüp hissî hareket etmemem, sanki biraz da burada “saklı” gibiydi...
Hem de yapacak olduğum işlerin çelişmezliği, belki de alacak olduğum tavırların tutarlılığı…