(Bu yazı son yazımızla ilgili bazı yorumlara ve Suriye olayları üzerine yapılan bazı değerlendirmelere yönelik bir yazıdır)
Psikolojik operasyonlar (PsyOps) modern istihbarat çalışmalarının karanlık yüzüdür. Gizli propagandadan büyük dezenformasyon kampanyalarına kadar, algıları manipüle etmeyi ve anlatıları şekillendirmeyi amaçlarlar.
Bunlar arasında kurnazca bir taktik öne çıkmaktadır: Planlanmayan olayları üstlenmek.
Peki neden?
Bu gibi yanlış yönlendirmeler derin psikolojik ve siyasî hedeflere hizmet ettiği gibi hazırlıksız yakalanılmamış algısını yapar.
Bir ajans aslında yapmadığı bir şeyi üstlendiğinde algılanan gücünü de arttırır. İnsanlar, “Bunu başarabiliyorlarsa, başka neler yapabilirler?” diye merak ederler. Bu stratejik belirsizlik düşmanları ve kamuoyunu diken üstünde tutar (Thomas Rid, Active Measures, 2020). Hazırlıksız yakalanılmış algısının yerini her şeyin kontrol altında olduğu algısı alır. Dosta güven, düşmana korku…
Ayrıca bu taktikle ajanslar olayların anlaşılma biçimini şekillendirerek dikkati istedikleri yere yönlendirebilirler. Gerçeklerle desteklenmese bile kendi anlatılarının hâkim olmasını sağlarlar (Roy Godson, Dirty Tricks or Trump Cards, 1995). Gerçekleşen olayın esas mahiyetini anlamaya çalışmak yerine “Kim yaptı bunu acaba” fikri sizi meşgul eder.
Vietnam Savaşı sırasında CIA’in Phoenix Programı korkuyu çok geniş bir alana yayarak riskin her yerde var olduğu yanılsamasını oluşturdu. Vietnamlı köylüler CIA’in erişiminin sınırsız olduğuna inanıyor, bu durum paranoya tohumları ekiyor ve Vietkong’un moralini bozuyordu. Sonunda gerçeğin bu olmadığı ortaya çıktı (Douglas Valentine, The Phoenix Program, 1990). Yine de günümüzde ABD’nin eline yüzüne bulaştırdığı Vietnam savaşından kudret algıları çıkarabilecek kadar psikolojik algı mevcut.
1972’deki Münih Olimpiyatları saldırısının ardından Mossad’ın misilleme olarak gerçekleştirdiği suikastlar efsanelere konu oldu. Ancak Mossad’a atfedilen bazı operasyonlar aslında Mossad’a ait olmasa bile üstlenildi veya belirsiz bırakıldı. Neden? “Durdurulamaz bir güç” imajını ve böylece itibarlarını arttırmak ve kamuoyunun psikolojik direncini kırmak için (Victor Ostrovsky, By Way of Deception, 1990).
Bu da bizi çok önemli bir soruya getiriyor: Sıradan bireyler olarak bu aldatma labirentinde nasıl yol alacağız?
Bu taktiklerin enaniyetten beslendiğini unutmamak lâzım. Her zaman hikâyenin tamamını bildiğimizi varsaydığımızda, manipülasyona karşı en savunmasız durumda oluruz. Her zaman durmalı, düşünmeli ve varsayımlarımızı sorgulamalıyız.
“Ben her algının farkındayım, bunlar bana işlemez” dememeliyiz. Balığa su nasıl demişler, balık: “Su ne?” demiş.
Her olayı hızlıca siyasî dünya görüşümüze uydurmak nefsimize hoş gelir. Ancak bunu yapmak çarpıtılmış bir resme inanma riski taşır. Neyi bilmediğimizi kabul etmeli ve sonuçlara erken atlama dürtüsüne direnmeliyiz.
Dezenformasyon denizinde ahlâkî değerlerimiz bizim çapamızdır. Dürüst ve adil olmak ve ilkelere sahip olmak bize sisin içinde rehberlik edebilir.
Bu taktikler yok olmayacak. Ancak dünyayı nasıl gördüğümüzü tanımlama hakkına sahip değiller. Alçakgönüllülük, eleştirel düşünme ve ahlâkî netlikle manipülasyona direnebilir ve kendimize sadık kalabiliriz. Örneğin şartlar ne olursa olsun zalimleri övmekten kaçınabiliriz.
Aldatmacalarla dolu bir dünyada özgürlük ve haysiyet her şeyi bilmekte değil (ki bu imkânsızdır), öncelikle ahlâkî açıdan tutarlı olmakta yatar (ki bu mümkündür). Bu, gerçeğe doğru atılacak ilk adımdır.