Suriye üzerine yaptığımız bazı değerlendirme yazılarımız sonrası hem haber sitemiz üzerinden, hem de çevremizde “fazla iyimser” olduğumuza dair geri dönüşler aldık.
Dönüşlerin bazıları son derece nazikti. Bir kısmı ise incitmeye yakındı. İncitici olanlar bizi belki de ahmaklık veya saflıkla itham ediyordu.
Olabilir.
Camdan bir evde yaşamak isteyenler yazı yazarak fikirlerini beyan etmemelidir, eleştiri sert bile olsa kabulümüzdür. Yani taşını güle sarmadan atana da sözümüz yok.
Bu konuda, Suriye özelinde kalmayacak şekilde bir değerlendirme yapmak isteriz.
Konuya örnek vererek başlayalım:
Fransa Cezayir’i 132 sene işgal altında tuttu. Bu süreçte Cezayir halkı uzun işkencelere, toplama kamplarına ve aşağılanmalara maruz kaldı.
Libya yaklaşık 35 sene İtalyan işgaline maruz kaldı. Tarihteki ilk toplama kamplarını İtalyanlar burada kurdu, hatta Nazi Almanyası kendi kamplarını kurarken Libya örneğinden ilham aldı. Ömer Muhtar direnişin başıydı, aslanlar gibi mücadele etti, yakalandı ve asılarak şehit edildi.
Mısır 40 yıl İngiliz işgalinde kaldı, Suriye 1946’ya kadar Fransa kolonisiydi, vb… Örnekleri yaz yaz bitmez..
Biz ömrümüzün kısalığının verdiği acizlikle “yaşadığı zamanın mahkumu” olmaya yatkın canlılarız.
Düşünsenize o 132 yıl içinde yaşamış binlerce Cezayirlinin bütün ömrü işgal altında geçti.
Neyse ki, “yaşadığı zamanın mahkumu” olmayanlar ileriki zamanları düşünüp adım adım mücadele ettiği için bugün işgal yok.
Geçtiğimiz hafta ölen ırkçı siyasetçi Jean Marie Le Pen Cezayirliler hürriyet mücadelesi verirken genç bir askerdi. İşkence yaparak öldürdüğü bir ailenin mensubu onun geride bıraktığı ve üstünde adı yazan hançeri yıllar sonra Fransa’ya yollamış ve onun zulmünü böylece ortaya çıkarmıştı.
Bu dünyada paçayı “kurtaran” Le Pen cezasını Cehennem’de çekecek.
Konumuza geri dönelim.
İyimser olmak ne işe yarar? Etrafındaki insanları iyimserliğe teşvik etmek iyi midir kötü mü?
Tiflis manzarasına bakarken Bitlis’in parlak geleceğinden bahseden Said Nursî temelsiz bir iyimser midir yoksa bir aktif ümit üstadı mıdır?
Bir yazar olarak acı felâketler hakkında yazı yazarken bile olumlu gerçeklikler ve geleceğe yönelik pozitif çıkarımlar yapmaya özen gösteriyoruz. Okuyucularımızın acı gerçeklerle yüzleşmesi kadar olumlu gerçekleri de görmesi, umutlu çıkarımlarla ayrılması ve bunları etrafına yayması her yazarın vazifesi.
Köşemizin adının Birinci Avrupa olmasının sebebi de bu.
Evet, Avrupa siyaseti maalesef caniliklerle dolu ancak Said Nursî’nin de işaret ettiği gibi müsbet bir Avrupa da var ve amacımız buna işaret eden olayları ve insanları öne çıkarıp okuyucularımıza umut vermek.
İyimser olmanın zıddı da karamsarlık.
Bazen farkında olmadan karamsarlığı “gerçekçi olma çabası” ile maskeleriz.
Hz. Yunus’un akıbeti bize bu konuda bir ders veriyor.
Hz. Yunus 33 yıl boyunca kimsenin kendisini dinlememesi gibi son derece gerçekçi denilebilecek bir sebeple sonuçta pes etmemiş miydi?
Bunun karşılığında çok büyük bir felâkete uğramış, hatasını ancak balığın karnında anlamış ve Allah’ın izniyle doğru yola dönmüştü.
Pes etmemek.
Anlıyoruz ki karamsar olmamak her şeyden önce bir emirdir. Hz. Yunus’u bir kişi bile dinlese yeterdi. Sadece bir kişi için bile sevinmek de “iyimserlik” isterdi.
Uzun lafın kısası şu:
Güzel günler gelecek inşallah, ama bu hızlı olmayacak, inişler olduğu gibi çıkışlar da olacak, ama bize emrolunan pes etmemek. Pes etmemenin tek yolu da iyimser olmak.
Ben karamsar olma riskini alamam, balığın karnına girersem belki kurtulamam diyenlerden olmak ümidiyle…