Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı genel inanışın aksine çok âni oldu.
“Avrupa’nın hasta adamı” söylemi bir sömürgeci propagandasıydı. Birinci Dünya Savaşına girildiğinde Mısır, Libya, Cezayir, Tunus ve Balkanlar zaten “kaybedilmişti”. İmparatorluk sadece bir toprak parçası üzerine olan hâkimiyetten ibaret değil, bir hafıza bankasıydı. Araplar, Türkler ve Kürtler her şeye rağmen beraberlerdi. Bazen aynı cephelerde bazen farklı cephelerde, Türkler ekseriyetle Çanakkale’de, Araplar Medine’de Kürtler Doğu Anadoluda mücadeleler verdi. Örneğin, Said Nursî ve talebelerinin Ruslarla mücadelelerini okurlarımız iyi bilir…
İmparatorluğu İngiltere, Fransa veya İtalya yıkmadı. Almanlar yenildiği için yenilmiş sayılmadık. Çanakkale’de biz galip geldik, Rusya’da devrim oldu hatta devrimci Bolşevikler bize taraf oldu. Şerif Hüseyin İsyanı olmasaydı İmparatorluk yıkılmayacaktı.
Dikkat ederseniz “Arap İsyanı” demedik çünkü Arapların geneline teşmil edilebilecek bir isyan asla olmadı. Şerif Hüseyin yani Haşimî güçleri İngilizlerle bir oldu, İngilizler Filistin’e Hindistan’dan askerler getirdi ve yaralı Osmanlı yıkıldı.
Bu isyan Osmanlıyı yıkmakla kalmadı ve devamında Türk ve Kürt milletlerini bir ölüm kalım savaşına sürükledi. Büyük kahramanlıklarla Millî Mücadele kazanıldı. Kısa bir süre sonra Jön Türklerin bir kısmından kalma rasyonalist-pozitivist zihniyet, “Kemalist” devrim ile İslâmdan uzak bir ulusal kimlik oluşturmak için siyasî ve askerî gücü ele geçirdi ve bu yeni anlatıda Araplar isyancı, Kürtler ise asimilasyona direnen hainler damgası yedi.
Biz İmparatorluğumuzu savaşı kaybettiğimiz için değil, kendimizi kaybettiğimiz için yitirdik. Hafıza bankamız, her açıdan iç içe geçtiğimiz Arap ve Kürt milletlerini kaybettiği için iflas etti.
Yüz yıl geçti.
Geçtiğimiz ayarlarda bölgemizde yaşanan gelişmeler Araplar, Kürtler ve Türkler arasında bir asırdır süren gerilimleri sona erdirerek Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışıyla ortaya çıkan yıkıcı sonuçları telâfi edebileceğimiz fırsatları bize sunuyor. Araplarla Türklerin birbirlerini düşman addettiği yüzyılda Kürtler de hem siyaseten, hem de kültürel olarak kendilerini müttefiksiz buldu. Bu boşlukta aralarına onlara yabancı ideolojiler girdi.
Araplar ve Türkler kendilerine yalandan etnik hikâyeler uydururken bölge paramparça oldu, Said Nursî’nin belirttiği, İslâm âleminin üç hastalığı olan sefalet, cehalet ve bölünmüşlük kökleşti.
Bizim köşemizi takip edenler bilir, biz 2 sene öncesinden beri bölgemizin AB gibi bir yapıyı hedeflemesi gerektiğini ve bunun çok uçuk bir hedef olarak görülmemesi gerektiğini dile getiriyoruz. (https://www.yeniasya.com.tr/ahmet-said-aydil/avrupa-nin-mazisinden-islâm-in-istikbaline-dersler_584271)
Yakın tarihli yazılarımızda da bu vurguyu yapmaya çalıştık ve gelecek yazılarımızda da yapacağız.
Mübarek Ramazan ayı affetme ve affedilme ayıdır. Küslerin barışması gereken bir aydır ve Allah’tan bol af dileme ayıdır. Hakikî af, affedilen şeyi unutmak demektir. Türk, Kürt ve Arap milletlerinin bu şekilde birbirini affetmesi onların selameti için gereklidir.
Suriye, Türkiye ve bütün İslâm dünyasının önünde engeller, inişler, çıkışlar olmaya devam edecek. Osmanlı elbette muhaldir, ama yeni gerçekliklerde, siyasî, hukukî, ekonomik ve kültürel iş birliği için daha yeni ve daha uygun çerçeveler inşa edilebilir. Bizim tavrımız başından beri belli. Said Nursî’nin Şam Hutbesinden çıkan reçete bizim çizgimizin özü.
27 Haziran 2023 tarihli yazımızın son kısmıyla bitirelim: Bu temennileri imkânsız gören, umutsuzluğa kapılan ve başkalarının çizdiği sınırları kafasında aşamayanlara, Said Nursî’nin, yüz on üç sene önce İslâm âlemi parçalanırken etrafındaki umutsuzlara verdiği tepkiyi vermek gerek: “Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım...”