Yüzyılı aşkın bir zamandır, “Frenk illeti” de denilen ırkçılık sebebiyle bu vatanda kardeş kanı dökülüyor. (Cebrî ve kanlı kanunlar: 1916’da “Aşairi İskân Kanunu, 1925’te Takrir-i Sükûn Kanunu, 1935’te Tunceli Kanunu.)
Aynı illetin yoğunluk kazandığı dönemlerde (1980-90’lı yıllar) yaşanan kanlı çarpışmalar, Org. Doğan Güreş’in ifadesiyle “düşük yoğunluklu savaş” raddesine kadar çıktığı olmuştur.
Aynı Frengî marazın şimdilerde sanki mutasyona uğramış halini seyrediyoruz. Güya “Hadi kanki, savaş oyununa ara veriyoruz; şimdi aynı filmin barış bölümünü sahneye koymanın sırası” der gibi, âdeta tiyatral bir oyunla karşı karşıya gelmiş gibiyiz.
Vakıa, o illetin Türkiye distribütörleri, kırk yılı aşkın süredir kâh “Kana kan, cana can” nârâlarıyla, kâh “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” teraneleriyle ortalığı kan ve gözyaşına boğdular.
Oysa ki, her iki tarafın kanı da, canı da bizimdir; bizim öz vatandaşlarımız ve dindaşlarımızdır. Dolayısıyla, kırk yıl boyunca hep ayağımıza kurşun sıkmış, baltayı hep kendi dizimize vurmuşuz.
«
Frenk illetinin ikizleri olan Türkçülüğün de, Kürtçülüğün de canı Cehenneme. Kökü hariçtedir, menşei Batı’dır. Yerllilikle-millîlikle doğrudan alâkası yoktur. Dolaylı alâkası ise, duygu istismarından ibarettir.
Bu noktada bizim derdimiz ve asıl yaramız, onların, bu vatanın her unsurdan ve her mezhepten olan binlerce evlâdını türlü kışkırtma ve istismarlarla kutuplaştırıp ayrıştırarak onları birbirine kırdırmış olmalarıdır.
«
Bu meselede iddiamız şudur: Irkçılık manasındaki Türkçülük ve Kürtçülük cereyanı, ikisi de Üstad Bediüzzaman’ın tabiriyle “Frenk illeti”dir. Kökü, bozuk “İkinci Avrupa”dır. O ifsad merkezi, İslâm milletlerini birbirine düşürmek, bölüp parçalamak ve ufak parçalar halinde yutmak için içimize atılmış. Satın aldığı piyonlarla canı istediği gibi oynuyor. İstediği zaman onların eliyle savaş oyununu sahneliyor, istediği zaman barış oyununu vizyona sokuyor.
Bu zaman ve bunca kahredici deneme-yanılmalardan sonra artık aklımızı başımıza devşirmemiz gerekiyor. Tâ ki, onların ellerinde piyon olmayalım ve oyuncak durumuna düşmeyelim.
«
Bediüzzaman Hazretlerinin ırkçılık-unsurculuk manasındaki şu “Frenk illeti”ne dair çok eskiye dayalı ikazları, izahları, tembih ve tavsiyeleri var. Asıl onlara kulak verirsek, bu asırlık marazdan da daimî bir surette inşallah kurtulmuş oluruz.
Mektubat isimli eserinin On Altıncı Mektubunda "Frenk illeti"ne "öldürücü zehir" nazarıyla bakan Üstad Bediüzzaman, bu illete karşı daima tedavi için çalıştığını şu sözlerle beyan ediyor: "Eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyetperverliğe, Avrupa’nın bir nevi frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o frenk illetini İslâm içine atmış, ta tefrika versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O frenk illetine karşı eskiden beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar."
Aynı manada olmak üzere, Emirdağ Lâhikasındaki bir mektubunda Hz. Üstadın “kalbe ihtar edilen” şu ifadelerini okumaktayız: “Frenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu frenk illetini aşılamış. Bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve câzibedar bir hâlet-i ruhiye verdiği için, pek çok zararları ve tehlikeleriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyor. İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan bu ayet-i kerime ‘Velâ tezirû vâziretün vizra uhra’dır. Yani, ‘Birisinin günahıyla başkası muahaze ve mes’ul olmaz.’ Halbuki, ırkçılık damarıyla, bir adamın cinayetiyle masum bir kardeşini, belki de akrabasını, belki de aşiretinin efradını öldürmekte kendini haklı zanneder. O vakit, hakikî adalet yapılmadığı gibi, şiddetli bir zulüm de yol bulur. Bu ise, çok ehemmiyetli bir mesele-i vataniyedir. Ve hâkimiyet-i İslâmiyeye büyük bir tehlikedir.”