Türkiye ve dünya vatandaşları olarak ABD Başkanı Trump’a kızıyoruz. İsrail Başbakanı Netanyahu’ya karşı lebâleb öfke doluyuz. Haklı olarak tabiî…
Peki, “günümüz Titaniki” olan bu iki şahıs ve müttefiklerine kızmak, öfkelenmek dışında ne yapıyoruz? Yahut ne yapabiliyoruz?
Yapabildiğimiz güvenilir tek şey, adı geçen ceberrutların zalimâne baskıları altında yıllardır inleyen, kan ve gözyaşları dinmeyen başta Filistin olmak üzere, mazlumlara duâ etmekten ibarettir.
Bunun dışında yapılanların şimdilik hiçbir garantisi, yahut güvenirliği yoktur. Toplanan aynî ve nakdî yardımlar da dahil olmak üzere…
Evet, o yardımların bile hakkıyla ve lâyıkıyla yerlerine ulaştırıldıklarına dair herhangi bir garanti söz konusu değildir. Zira, Filistin ve Gazze bir devlet statüsünde olmadıkları için, giden şeylerin âkıbetinden emin olamıyoruz.
Şu var ki, maddî yardımlar noktasında sade vatandaşlar olarak herhangi bir mesuliyetimiz yoktur. Devletler arasındaki bu tür münasebetlerde, İslâm fıkhına göre de devletler ve hükümetler mesuldür. Dev-let eliyle Filistin ve İsrail’e nelerin gidip nelerin gitmediğini bilebilme imkânına da sahip değiliz, ne yazık ki. Zira, ortada şeffaflık olmadığı gibi, “hikmet-i hükûmet”i de bilemiyoruz. Ama, söylentilerin ve komplo teorilerinin haddi-hesabı yok.
«
Mesele sadece iki-üç şahıs meselesi olsaydı, nisbeten iş kolay olurdu. Cenâb-ı Hak, hesapta görünmeyen bir sebeple, o şahısların kısa süre için belâsını verir, onların hayatı gibi politikalarını da iptal ettirirdi. Tıpkı, dünyanın en büyük gemisi Titanik’i batırdığı gibi.
O mağrur adamları bu yazıda “mağrur Titanik”e benzetmemizin sebebi şudur:
İngiliz Devletler Topluluğu’nu temsil eden Büyük Britanya, âdeta bir gurur âbidesi olarak Titanic ismini verdiği bir gemi yaptı.
Bu dev bir gemi, 1900’lü yılların başında dünyanın en büyük transatlantik özelliğine sahipti. Avrupa ile Amerika arasında sefer yapacak olan en güvenilir yolcu gemisi diye de reklamı yapıldı.
Mağrur İngilizler, bu gemiye "Batmaz" lâkabını takmışlardı. Hatta, bir kısmı o derece ileri gitti ki, "Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz" diye böbürleniyordu.
Ama, Allah'ın hikmetine bakın görün ki, bu dev transatlantik, ABD’ye doğru 2201 yolcusuyla çıktığı ilk seferinde 14 Nisan 1912 tarihinde bir buzdağına çarptı. Şiddetli çarpmanın etkisiyle parçalanan Titanic, kısa süre içinde Atlas Okyanusunun karanlık sularına gömüldü.
«
Evet, dünyaya hükmeden ceberrutların sadece kendi şahısları söz konusu olsaydı, onların zalimâne politikalarıyla beraber basit bir sebeple yıkılıp batmaları, ölüp gitmeleri kolaydı. Mazlumlar da kısa süre içinde onlardan kurtulmuş olurdu. Nitekim, Firavun ile Nemrut’un âkıbeti de öyle oldu.
Ne var ki, günümüz dünyasında mesele o kadar kolay ve basit değildir. Şahıslar gidiyor, ama, devletlerin uzun vadeli politikaları devam ediyor.
Meselâ, 1948’den bu yana İsrail’de onlarca devlet-hükümet başkanı gelip gitti. Ama, zulüm bitmedi ve yakın zamanda bitecek gibi de görünmüyor.
Zira, ortada manevî düğümler var: Başta Filistinliler, Türkler ve Arap âlemi olmak üzere Müslümanların şuurlu ve birlik hâlinde olamayışları geliyor.
Bir başka düğüm ise, Filistin topraklarının peygamberler yatağı olması ve Yahudilerin buna ciddiyetle sahip çıkması olarak görünüyor.
Hz. Bediüzzaman, 14.Şua’da bu mesele hakkında şunu söylüyor: “Yahudi milleti, hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet [miskinlik] tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde, hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete [miskinliğe] girecekti.”
1949’da yazılan bu bahisten de anlaşılıyor ki, İsrail’in “çabuk tokat” yememesinin önemli manevî bir sebebi var.
Müslümanlar, onlardan daha fazla dinlerine, peygamberlerine sahip çıkmaya mecbur kalacak ve ancak öyle kurtulabilecekler gibi görünüyor.