İnsanlık tarihinin belki de en “geçimsiz” çağında yaşıyoruz.
Rekor seviyedeki boşanmaların, aile bireylerinin birbirinden koparcasına uzaklaşmaları, bu acı gerçeğin en bâriz bir göstergesi. Aile fertlerinden tutun toplumun en geniş dairelerine kadar görünen aynı geçimsizlik-uyumsuzluk hâli, akıllı hamiyet sahiplerini derinden derine düşündüyor; ayrıca, onları çare arayışına sevk ediyor.
*
Evet, şu dehşetli asrın en yaygın bir marazı olan benlik, enaniyet, gurur, kibir gibi hâller, insanların birbiriyle anlaşmasını, uzlaşmasını alabildiğine zorlaştırmıştır.
Bu durum, hâliyle asabiyeti besliyor, gerilimi tırmandırıyor; dolayısıyla, derin kırılmaları netice veren çatışmayı körüklüyor.
İşte tam da bu noktada, hamiyet sahiplerinin devreye girmesine ve inisiyatif kullanarak yatıştırıcı olmasına, sulhkârâne rol almasına ihtiyaç hâsıl oluyor.
*
Asrın manevî tabibi olduğuna inandığımız Bediüzzaman Hazretleri, hayatının bütün safhalarında daima asayişi temine çalışmış ve ümmetin evlâtları arasındaki husumeti gidermeye, gerilimi düşürmeye, çatışmalarda adeta barış elçisi gibi davranarak kâmil manada yatıştırıcı rol almaya çalışmıştır.

Bir çırpıda akla gelen bazı misalleri şöylece sıralayabiliriz:
İstanbul’a ilk geldiği yıllarda [1907-1908-1909] onun bu yatıştırıcı vazifesini hakkıyla yaptığını görüyoruz.
Meselâ, Bosna’nın ilhakı sebebiyle Avusturya mallarına boykotaj uygulanması esnasında, Kürt hamalların siyasî maksatlara âlet edilmeye çalışıldığını fark eder etmez, hemen onların toplandığı yerlere gidip anladıkları dilden nasihatlerde bulunarak, provokasyonlara karşı dikkatli davranmalarını sağlamıştır.
Kezâ, “31 Mart Vakası” esnasında, komutanlarını dinlemeyerek kışlalarını terk edip sokaklara dökülen Avcı Taburlarına yine anladıkları dilden hitap ederek takdire şayan bir hamiyet örneğini sergilemiştir. En az sekiz taburu yatıştırmaya muvaffak olmuştur. Aksi hâlde, günlerce devam eden o kargaşalı ortamda çok daha fazla kardeş kanı dökülecekti.
Bir başka misâl, Şeyh Said Hadisesi’ndeki yatıştırıcı rolüdür. 1925 senesinin Şubat ve Mart aylarında Elaziz-Diyarbekir arasında patlak veren ve bütün bölgeye yayılma istidadı gösteren o kanlı boğuşma, şayet Bediüzzaman Hazretlerinin yatıştırıcı inisiyatifi sayesinde olmasaydı, hiç şüphe yok ki yekûn zayiat çok daha büyük rakamlarda olacak ve çatışmalar daha aylarca, belki yıllarca devam edip gidecekti. Hatta diyebiliriz ki, o hadise, Allah muhafaza ülkeyi bir iç savaş arenasına çevirebilirdi.
*
Kemalist rejim çatışmadan beslendiği için, Said Nursî gibi yatıştırıcı rol oynayan zatların kıymetini takdir etmesi bir yana, aksine onları tehlikeli görüp cezalandırma cihetine gitti. Sürgünler, hapisler, zindanlar, elli sene devam eden mahkemeler, hep sebeple yaşana geldi.
Evet, Kemalist rejim, 1925’teki Şeyh Said Hadisesinde Kürt-Türk çatışmasını körüklediği gibi,
1937-1938’deki Dersim Katliâmında da Alevî - Sünnî düşmanlığını besleyip kökleştirmeye çalıştı. Aradan yüz sene kadar zaman geçtiği hâlde, taraflar arasında açılan o derin yaralar maalesef hâlâ kapanabilmiş değil.
Şu var ki: Hz. Bediüzzaman’ın açmış olduğu Asr-ı Saadet modeli kardeşlik çığırından gidenler, her şeye rağmen, taraflar arasında yine de yatıştırıcı rol aldılar ve almaya devam ediyorlar.
Evet, bu onlar için pek mühim bir vazifedir. Özelde bu vatanın, genelde ise ümmetin fertleri arasında meydana gelen veya gelecek olan dahilî bir nizada, bir gerginlikte veya çatışma riski taşıyan hadiseler hengâmesinde, Nur Talebelerinin vazifesi, aynen Üstadları gibi yatıştırıcı olmaya, aralarındaki husumet ateşini söndürmeye, uhuvvet ve muhabbetlerini arttırmaya bütün kuvvetiyle çalışmaktan ibarettir.
Ne mutlu, bu hizmette hissesi ziyade olanlara...