Kuşların göç yollarını şaşırtanlar, yuvalarını, sığınaklarını yıkarak ev bark yapanlar!
Antika dünyayı harabeye çevirenler!
Ağaç buduyoruz diye kuş yuvalarını yumurtalarıyla, yavrularıyla tarumar edenler!
Vicdan, merhamet, şefkat yani insanlık diye bir şey var. Var da ey habersizliğin derin gayyası!
Bırakın dallar birbirine aşklarını ilan etsin; sarmaş dolaş olsun.
Siz ey muhabbet bozguncuları! Çok sözüm var da size… ne diyeyim!
Dal budaksız ağaçlar moda oldu nerdeyse.
Ufacık tefecik ithal ağaçlar sardı güzelim çınarların yerini.
“Palmiye ve İstanbul” değil; “Çınar ve İstanbul...”
Hakikat ne diyorsa; ne çok bu tersinelik!
Ortasına beton döküyoruz zümrüt yeşilliklerin. Hangi estetik, hangi insafsızlık, hangi kıymaklık bu insanın kendine?
Ormanları gözden çıkardık herhalde! Kıyamet iyice yaklaşıyor.
Kuşlara, ağaçlara hınç yığınağı ne demek!
Yuva yıkanın yuvası yıkılır; bunu bile bile yapıyorsunuz; farkındayım.
Yine binlerce kuşu yavrularıyla yerinden etmişsiniz. İçim sızladı. O masumların arşı tutan ahına yenileceksiniz. İçinizde şimdiden o suçun cehennemi…
Sizden merhamet gitmiş. Merhamet etmeyene merhamet edilmez; bunu da bile bile, ha!
Kendine bile acımayana kim acır?
Ne yazsam da acım dinse?
Pencere önüne yem bırakıyorum; kumrular geliyor. Konuşuyorum onlarla. Az şey mi onların sessizliği mırıldanan gözleriyle oyalanmak. Kanat şakırtılarından rüyalar ve hürriyet devşirmek!
Kuşları, kedileri kovanlar, yüzlerce yıllık ağaçları kesenler, hey!
Suları kurutmaya, kuşları ağaçlarından öksüz ve yetim bırakmaya niyetli olanlara da bir dikenli hediye göndereyim mi?
Bunca tarumarcılar varken cehennemin varlığına üzülenleri teselli babında diyeyim o zaman:
“Dünyada, ahirette gölgesiz, şiirsiz, kelebeksiz, gülsüz, kır çiçeklersiz, nasipsiz kalın, e mi, ey emanetin amansız ihanetçileri!