Geçtiğimiz hafta Meclis’te bütün dünyanın gözü önünde olup bitenler Türkiye’nin hukukta düştüğü vartayı ve “tâlimlatlı yargı”nın hal-i pürmelâlini bir defa daha ortaya koydu.
Bilindiği gibi Anayasa Mahkemesi, 14 Mayıs (2023) genel seçimlerinde seçilen milletvekili Can Atalay’ın Anayasa Mahkemesi’nin iki kez verdiği “hak ihlâli” kararına rağmen, cezaevinden çıkarılıp Meclis’te yemin etmesine Anayasaya ve hukuka bütünüyle aykırı olarak müsaade edilmemişti.
TBMM Başkanvekili Gülizar Biçer Karaca’nın, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) hâlen Silivri’de tutuklu Can Atalay hakkındaki “hak ihlâli ve iâde” kararını Meclis’te okutmasıyla “milletvekilliğinin düşmesi işleminin yok hükmünde olduğu”nun resmen tesciline Meclis Başkanı ile iktidar partisi temsilcilerinin itirazı yeni bir “kriz”i tetikledi.
AYM kararının okunduğu sırada bazı AKP’li milletvekilleri Genel Kurul’u terk ederken, önce kararının okunması Meclis tutanaklarında sansürlendi, ardından gelen tepkilerle bunun mümkün olmadığının ortaya çıkmasıyla bu emrivakiden vazgeçildi. Ancak bu kez Meclis Başkanı bunun kabul edilmeyeceğini söylerken, iktidar partisi Grup Başkanvekili, Meclis Başkanvekili’nin “görevini kötüye kullandığını, korsan eylem yaptığını” ileri sürerek garip bir biçimde “Meclis Başkanvekilliği görevinin sonlandırılması”nı istedi. O denli ki iktidar mahfilleri AYM kararının Meclis’te okunmasını “korsanlık” olarak eleştirdiler.
Tam da adı konmayan “süreç”te kırk bin kişinin katlinden sorumlu olarak müebbet hapse mahkûm İmralı’daki terörist başının salıverileceği ve Kandil’deki terörist elebaşlarının haklarındaki cezaî hükümlerden nasıl kurtulacaklarının formülleri tartışılırken, millet iradesiyle seçilmiş bir milletvekili hakkında AYM kararının “iktidar cephesi”nce “tepeden tâlimat”la “yok” hükmünde sayılması garabeti dayatılıyor.
Çarpıcı olan, yürütmenin yanısıra yasamanın ve yargının “tek kişilik hükûmet”in güdümüne sokulduğu “otoriter rejim”de AYM’nin “hak ihlali” kararına rağmen başta Adalet Bakanı ile iktidardakilerin “yargı istinafıyla, Yargıtay’ıyla kendi içinde çözer” diyerek AYM kararlarını Yargıtay’ın “denetleme yetkisinin olduğu” garabetli “hukukî görüş” sunmaları.
Oysa Anayasanın 158. maddesindeki “diğer mahkemelerle AYM arasındaki görev uyuşmazlıklarında, AYM’nin kararı kesindir” hükmü meydanda. Yerel mahkemeler ve Yargıtay dahil bütün mahkemelerin AYM’nin önüne geçemediğinden kararına uyulmak zorundadırlar. Zira Anayasanın 6. maddesine göre “hiç kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz” hükmüyle AYM kararlarının dinlenilmemesinin hukukta yeri yoktur.
Keza yine Anayasanın 153. maddesiyle “AYM kararları kesindir. Yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.” Nitekim daha önce “iktidar cephesi”nin uzun süre diretmesine rağmen Meclis binasından çıkarılıp cezaevine götürülen milletvekilleri Ömer Faruk Gergerlioğlu ile evinden alınıp derdest edilen Enis Berberoğlu da AYM’nin “hak ihlâli” kararının Meclis’te okunmasıyla milletvekillikleri iade edilmişti.
Özetle hukukçuların tesbitiyle, AYM kararının Anayasaya uygun olarak Meclis’te okunması değil, tam tersine iki yıla yakındır okunmaması Anayasaya aykırı olduğu ortada.
Bu durumda AYM’nin Anayasanın verdiği yetkiyle aldığı kararını Anayasaya aykırı olarak Meclis’te okutmamanın mı “korsanlık” yoksa okutmanın mı “korsanlık” olduğu sorusu soruluyor.
VAZİYET
Yargı siyasetin cenderesinde!
Partili Cumhurbaşkanı daha baştan Anayasadaki açık hükümlere karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ile “Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarına saygı duymuyorum, bizi bağlamaz” çıkışlarıyla yerel mahkemelere “tanımayın, uymayın!” direktifini vermişti. Defalarca “Yargıya gerekli emri verdik”, “Yargıyı tâlimatlandırdık!”, “Yargıya söyledik gereğini yapacak!” demişti.
Bu zihniyetle Anayasanın 140. maddesinde “Hâkimler, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre görev ifâ ederler” hükmüyle “hâkim teminatı” berhava ediliyor. “Tavsiye ve telkinler”le, “emir ve tâlimatları”la “adli sistem dışı tâlimat zinciri”yle, hukuk dışı müdahalelerle yargı “iktidardakilerin aparatı” durumuna düşürülüp kelepçeleniyor.
En vahimi de siyasî operasyonlarla milletin irâdesiyle seçilen milletvekilleri gasbediliyor, savcılıklardan “temiz raporu” alarak muhalefete mensup seçilmiş belediye başkanları re’sen görevden alınıp, yerlerine tam bir partizanlıkla “atanmışlar” atanıyor.
Bundandır ki yargının “tâlimatlandırılması”yla Anayasa ve hukukun temel hukuk kurallarının tam bir “keyfilik”le tanınmaması, millet irâdesinin ketmedilip engellenmesi yeniden “28 Şubat postmodern darbe hukuku”nu hatırlatıyor.
Mâlum “28 Şubat postmodren darbe”sinde bürokratlar, üniversite rektörleri, öğretim üyeleri, yüksek yargı mensupları, iş adamları “STK”lar ve sendika temsilcilerinin yanısıra medya temsilcileri karargâha doluşturulup dakikalarca alkışlatılmıştı. Ve hâlen karanlıktaki “15 Temmuz Hâdisesi” bahanesiyle dayatılan “20 Temmuz OHAL darbesi”yle yüzbinlerce mâsumun hakkını çiğneyen haksızlar ve hukuksuzlukların dayatılmasına devam ediliyor.
Bu açıdan, AKP dönemine ait “yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık, kamu malını yandaşlara peşkeş, ihaleye fesad karıştırma” iddialara dair hazırlanıp savcılıklara teslim edilen yüzlerce dosyadan bir teki dahi soruşturulmazken sadece muhalefet belediyelerinin üzerine gidildiği vartada millî iradeye saygı duyulmuyor.
Ve “hukukun, siyasetin cenderesinde siyasallaştırılıp siyasetin sopası” haline getirildiği, “tâlimatlı 28 Şubat vesâyeti” sürdüğü vartada yargıya güven sıfırlanmış. Yargının bağımsızlığına ve tarafsızlığına kimse inanmıyor…
İKRAR
“Hukuksuz bir demokrasi…”
“İstanbul’un ‘seçilmiş belediye başkanı’ olarak hakkımda verilen bu haksız karara karşı hukuktan doğan bütün haklarımı demokratik ölçüler içinde kullanma kararındayım. Yargının siyasete alet edilmesi demokrasiyi yaralar. Demokrasi, hukuksuz yaşayamaz. Ve hürriyetler, ancak hukuk yoluyla garanti adına alınabilir. Çünkü hukuksuz bir demokrasi, haksız bir demokrasidir. Bugün gelinen noktada, karanlık güç ve iktidar ilişkilerinin şekillendirdiği bürokratik ve idari mekânizmanın, nihayetinde yargıyı da etki alanına almış olması söylediklerimizi bir daha haklı çıkardı. Bugün Türkiye, hızla içine kapanmakta ve milletin irâdesi görmezden gelinmekte. Milleti ve ülkesini seven herkes, bu tehlikeli gidişe dur demekle sorumludur…”
-Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 1998 ‘de İstanbul Belediye Başkanlığı’ndan uzaklaştırıldığında yaptığı konuşmadan-
(Ertuğrul Özkök, 26.3.25)
KISACA
“Âdil bir yargılama değil, mahkûm etmek istiyor…”
“Kolluk, savcılık, mahkeme, Yargıtay’da bir zincir oluşturulmuş, adlî sistem dışından bu zincire ‘belli kişilerin suçlu bulunması ve mahkûm edilmesi’ tâlimatı veriliyor. Bu zinciri oluşturan her halkada bulunan hâkim savcılar âdil bir yargılama değil, daha baştan suçlu olarak damgaladıkları kişiyi mahkûm etmek için hareket ediyor. Tünelin başından sonuna kadarki her aşamada, yani soruşturma, kovuşturma ve temyiz evrelerinde tünelin sonundaki kişi hep suçlu görülüp mutlaka mahkûm ediliyor…”
Prof. Adem Sözüer
SÖZÜN ÖZÜ
“Adâlet müessesesi hiçbir cereyana kapılmaz, hiçbir tarafgirliğe kaymaz.”
Bediüzzaman