Geçtiğimiz Alman genel seçimlerinin ön kısmında bazı gazeteciler haklı olarak şu hususu dile getirdi:
“Almanya’da Müslüman göçmen karşıtlığı üzerinden kampanya yürüten (ve anketlerde en popüler parti olarak gözüken) bir parti varken, sözde göçmen dostu partiler neden programlarında ve söylemlerinde bu seçimde oy kullanacak milyonlarca (çoğu Türk) Müslümanı nazara almıyor? Neden onları koruyucu bir söylem kullanarak karşı bir dalga oluşturmuyor?”
Zamanla bu sorunun cevabı belirmeye başladı.
Hıristiyan Demokrat siyasîler arasında İslâm karşıtı söylem son derece artmakta. Onlar göçmenlerden ziyade göçmenlere karşı olanlardan oy almayı hedefliyor. Sosyal Demokratlar artan nefrete rağmen kafalarını kuma gömmeyi tercih ediyor, esas problem olan ırkçılık ve İslamafobi yerine “iyi göçmen-kötü göçmen” anlatılarıyla meşgul oluyor.
Yeşil Parti, her zaman olduğu gibi, ilericiliğin münafıkları olarak görünüyor. Müslüman göçmeni ve vatandaşı koruyucu anlamlı herhangi bir söyleme başvurmadıkları gibi gerçek değişimi gerektiren konularda da statükoculuklarından vazgeçmiyorlar. Seçim sonrası Yeşil Partinin, düzenlediği iftar yemeğine Müslüman kanaat önderleri yerine “İslâm eleştirmenleri”nin davet edilmesi kör göze parmak sokmak oldu. Bu sebeple de anketlerde Müslüman kesimden alacakları oy yüzde 4’e kadar geriledi.
Bu süreçte iyi anlamda öne çıkan ise Sol Parti. Bu sebeple son seçimde Müslümanlar arasında en popüler parti oldu. Seçimin son aylarında bir çıkış yapan Sol Parti yüzde 7 oy alarak meclise girdi. Bu parti bünyesinde meclise giren ve İslamofobi ve göçmen nefreti konularıyla beraber Filistin haklarını ve protestolarını destekleyen milletvekilleri de oldu. Ancak parti içinde bu kişilerin ve davalarının ciddi düşmanları da var. Hem bu detay, hem de yüzde 7’lik oy düşünülünce anlamlı bir değişimi Sol Partiden beklemek henüz gerçekçi değil.
Peki neden? Önceden çoğu açıdan model Avrupa ülkesi olan Almanya’nın bu probleminin kaynağı ne?
Günümüzde, mevcut liberal demokrasi paradigmasının Avrupa’da krizle yüzleşmesi, yalnızca güncel siyasî gelişmelerin sonucu değil. Avrupalı liberal demokrasiler, özellikle Müslüman topluluklar söz konusu olduğunda sıklıkla hayat tarzlarına, dinî pratiklerine ve kolektif kimlik taleplerine karşı dışlayıcı ve güvensiz bir tutum takınıyor; onları, sistemin hoş görülen” ama “asla sisteme ait olmayan unsurları olarak konumlandırıyor. Bu hususta ilerlemeler olsa bile geri dönüşler de hep keskin oluyor.
Avrupa’daki hâkim siyasal tahayyül, toplumu hâlâ “ana kesim” ve “diğerleri” şeklinde kategorize eden bir zihinsel haritaya sahip. Bu durum özellikle göçmen kökenli toplulukların, kuşaklar geçse dahi “gurbetçi” ya da “öteki” olarak tanımlanmasına sebep oluyor, aidiyet ve eşit yurttaşlık fikrini zayıflatıyor.
“Ama hukuk devreye girer” diyenlerle de aynı iyimserliği paylaşamıyoruz maalesef. Hukuk başlı başına çözüm değildir. Hukuk devleti olmak ile devletin bir hukukunun olması arasındaki farkı anlamak lâzım.
Örneğin gelecek yeni hükümetin çifte vatandaşların vatandaşlıklarının iptalinin kolaylaştırılması gibi projelerine toplumdan sert tepkiler çıkmıyor. Bu projeler popüler destek kazanıp hukukî temele de sahip olursa, bunlar “hukuka uygundur” diyebilir miyiz? Demokratik popülerlik adaletin ve zulmün kriteri midir? Liberal demokrasinin en kuvvetli statüsü olan vatandaşlığın siyasî temelli, muğlak ve ayrımcı kriterlerle bir tür silâha dönüştürülmesi kabul edilebilir mi? Aileleri paramparça ederek insanları yıldırmak bir demokrasi ve hukuk geleneği midir?
Elbette hayır.
Bir meclis, mahkeme ve hatta referandum onayı olsa bile hukuksuzluk, hukuksuzluktur. Ahlâkî sorumluluk bunlardan ötedir ve yücedir.
Geçtiğimiz haftalarda ülkemizde yaşanan tutuklamalar ve takip eden protestolar sonrasında medyada şu soruyu görüyoruz:
“Avrupa neden tepki göstermiyor? Neden AB Türkiye’ye güçlü bir hukuk vurgusu yapmıyor?”
Bu sorulara cevap ararken AB treninin baş lokomotifi Almanya’nın durumunu da iyi okuyup anlamak gerek.