(Okuyacağınız yazı, safî bir saha gerçeklikleri analizinden öte, bizim perspektifimizden sunulan bir reçetedir.)
Donald Trump’ın yaptığı çarpıcı açıklamalar, dünya gündemini hayli meşgul ediyor. “Kanada’yı eyalet yapacağız”, “Grönland’ı satın alacağız”, “Panama Kanalı’na el koyacağız” gibi söylemleri, Kanada, Meksika ve Çin’e uygulanan ekonomik yaptırımlar izledi.
Sıra Avrupa Birliği’ne geldi.
Trump’ın “Bu ülkeler yıllardır sırtımızdan geçiniyor, artık ahmak değiliz” sözleri, ABD’nin küresel politikalarında köklü bir değişimin ve yeni siyasî üslubün habercisi.
İşin aslı şu: ABD bu saydığımız devletleri (ve daha bir çoğunu) desteklemekten isteyerek vazgeçmiyor, ABD artık kendi kapasitesini buna yeterli görmüyor.
“Ekonomide içe döneceğiz, kendi arabamızı, enerjimizi kendimiz üreteceğiz, kimsenin ülkesini bedavaya korumayacağız” sözleri, ABD’nin artık “ABD (hegomonyası) sonrası” bir dünyaya hazırlandığını gösteriyor.
Yanlış anlaşılmasın, ABD dünyanın en güçlü ülkesi olmayı sürdürüyor, ancak tek kutuplu dünyanın hegemon gücü olma vasfını kaybediyor. Orta Doğu’daki enerji koridorlarının önemini azaltmak için kendi içinde enerji üretimini artıran ABD, aynı zamanda enflasyonla mücadele ediyor.
Diğer yandan, Çin’in ekonomik yükselişi, teknoloji üretim dengelerini değiştiriyor. Çin, artık sadece bir tüketici pazarı değil; üretici, satıcı ve ham madde kaynaklarına yakınlığıyla yeni bir kutup haline geldi. Afrika ve Asya’da kurduğu bağlantılarla siyasî gücünü de artırıyor.
Bu tablo bizim için, ABD sonrası dünyada Avrupa Birliği ve Türkiye’yi nasıl bir geleceğin beklediği sorusunu gündeme getiriyor.
AB, uzun yıllar boyunca ABD’nin NATO şemsiyesi altında askerî harcamalarını kısarak ekonomik büyümesini sürdürdü.
Örneğin Almanya, ABD’nin himayesi, Rus enerjisi ve Çin pazarı sayesinde 2000’li yıllara hızlı bir giriş yaptı ve mevcut ekonomik gücünü bu sürece borçlu. Ancak ABD’nin içe dönük ve daha “saldırgan” bir politika benimsemesi, Ukrayna’nın işgali süreci ve Çin’in tüketim pazarı olmaktan çıkması, AB’yi zor bir duruma sokuyor.
Endüstriyel küçülme, genç nüfus eksikliği ve üretimdeki düşüş, AB’nin geleceği için tehdit.
Volkswagen gibi dev bir markanın tarihinde ilk kez fabrika kapatma kararını protestolar şimdilik durdurdu ancak bu endişeleri somutlaştırıyor.
Türkiye de yeni düzlemde hem fırsatlar hem de risklerle karşı karşıya. Türkiye her şeye rağmen kapasitesi ve konumu itibariyle bölgesel bir güç olma potansiyeline sahip. Ancak bu potansiyeli gerçeğe dönüştürmek, dengeli bir diplomasi ve uzun vadeli stratejik planlama gerektiriyor.
Bu noktada, Türkiye’nin AB ile ittifakı her iki taraf için de artık çok daha kritik bir öneme sahip.
AB ve Türkiye, ekonomiden güvenliğe, enerjiden bölgesel istikrara kadar birçok alanda birbirine ihtiyaç duyuyor. AB, Türkiye’nin genç nüfusu, enerji ve güvenlik kapasitesinden faydalanırken, Türkiye de AB pazarına erişimini korumak ve teknoloji transferi sağlamak zorunda.
Bu iş birliğini geliştirmek için, karşılıklı güven ve entegrasyon şart. Geçmiş gerilimlerin aşılması için Türkiye hukuk devleti ilkelerine dönmeli ve AB de Türkiye’yi üye olarak kabul etmeyi kabullenmeli ve dürüst bir süreç garantilemeli.
Türkiye’nin Arap, Fars ve Kürt halklarıyla olan ilişkileri, AB ekonomik ve siyasî modeliyle birleştiğinde, Orta Doğu’da bu halklar için AB tarzı bir birlik fikri de hayal olmaktan çıkıp hakikate dönüşebilir. Bu idealist vizyon, bölgedeki etnik, dinî ve siyasî çeşitliliği kucaklayacak ekonomik ve siyasî bir birlikteliği hayata geçirebilir.
“Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım...”