Üstâdımız Bediüzzaman Said Nursî, asrın başında, şu Âlem-i İslâm’ın “hastalıklarını” hem teşhis, hem de tespit ederken, Hutbe-yi Şâmiye’sinin şu beşinci mertebesinde, “Çeşit çeşit ‘Sârî Hastalıklar’ gibi intişar eden şu ‘İstibdat’lar”dan bahseder…
Ve Münâzarât’ında ise, şöyle bir suâlle karşılaşır: “Şu pis İstibdat, ne vakitten beri başlamış, geliyor?..”
Cevap olarak da: “İnsanlar, ‘hayvanlıktan’ çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir…” der.
Sonra, kendisine tekrar şöyle bir sual daha tevcih olunur: “Demek; şu ‘İstibdat’, hayvaniyetten gelmedir!?..”
Cevap olarak da: “Evet... Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, dâima kavî, zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstûr ve kavânîn-i esasiyesindendir…” der.
Son bir meraklı sual, şu “Sonra?..” şeklinde gelince, o da “Şeriat-ı Garrâ, zemine nüzûl etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ‘ak’ etsin, şu insaniyetin ‘siyah lekesini’ izâle etsin…” der.
Devamında ise, şu “İstibdât nedir?” sorusuna verdiği ve her birisinin şu açılımı tam bir kitap olabilecek genişlikte, şu vüsatteki, şu veciz “müthiş” cevabında ise;
“İstibdat,
Tahakkümdür,
Muâmele-i keyfiyedir,
Kuvvete istinad ile cebirdir,
Rey-i vâhiddir,
Sû-i istimâlâta gayet müsâit bir zemindir,
Zulmün temelidir, insâniyetin mâhîsidir.
Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren
Ve Âlem-i İslâmiyet’i zillet ve sefâlete düşürttüren
Ve ağrâz ve husûmeti uyandıran
Ve ‘İslâmiyet’i zehirlendiren,
Hatta her şeye sirâyet ile zehrini atan,
O derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ’ edip,
Mu’tezile, Cebriye, Mürcie gibi
Dalâlet fırkalarını tevlîd eden,
İstibdattır…” der ve mevzuyu şununla “itmâm” eder:
“Evet; Taklid’in pederi ve İstibdad-ı Siyasî’nin veledi olan ‘İstibdad-ı İlmî’dir ki, Cebriye, Râfıziye, Mu’tezile gibi ‘İslâmiyet’i müşevveş eden’ fırkaları ‘tevlîd’ etmiştir...”
Ve, tıpkı bir yanardağ gibi, şu infilake takarrüp etmiş müthiş bir volkan gibi şu karşı bir feveran, hem belki bir tehdit, hem de bir “meydan okuma” anlamında “Meşru, ‘Hakikî Meşrûtiyet’in müsemmâsına ahd ü peymân ettiğimden, ‘İstibdat’; ne şekilde olursa olsun; ‘Meşrûtiyet’ libâsı giysin ve ‘ismini’ taksın, rastgelsem, ‘sille’ vuracağım!..” der.
Ve nihayetinde şu “memlû-u teessüf”, hem de “taabbür” ile “Cehâletimizin silâhıyla, asıl bizi mahveden, içimizdeki, garip nâmlar ile hüküm süren, parça parça istibdatlar idi ki, hayatımızı “tesmîm” etmiş (zehirlemiş) idi…” der. (Ağanın şu ahalisine, hocanın talebesine, şeyhin müridine, amirin memuruna, güçlünün şu zayıfa, kocanın karısına ya da tersi de olabilir, büyüğün küçüğüne, ağabeyin şu kardeşine olan şu istibdatları gibi)
Devamında ise şu “en önemli” noktaya nazar-ı dikkatimizi cezbeder ve: “Fakat; yine, kabahat, o küçük istibdatların pederi olan ‘istibdad-ı hükûmete’ aittir…” der.
Ve Muhâkemât’ındaki şu “tasnifat”ında ise “Millet-i İslâm, (Hicrî) üç yüz (300) seneye kadar ‘mümtâz’ ve ‘serfirâz’ ve beş yüz (500) seneye kadar filcümle (kısmen) ‘mazhar-ı kemâl’dir. Beşinci Asırdan, On İkinci Asra kadar, ben ‘Mâzi’ ile tabir ederim; ondan sonra ‘Müstakbel’ derim…” der.
Demek ki, Üstâdımızın şu tasnifine göre, tıpkı şu çok yakın bir tarihte şu derinden yaşadığımız şu COVİD misali, şu “sârî”, hem de “bulaşıcı” karakterde olan şu “istibdat” yüzünden İslâm Âlemi, tam 800 yıl, yani şu tam “8 asır” aslında şu “Mâzî”de kalmış…
Yani; hep yerinde saymış, hep şu geriye kaymış, hep eskiye öykünmüş, hep şu gözleri şu “Mâzi”ye müteveccih; yeni bir hamle, “orijinal” bir bakış açısı geliştirememiş, asrın getirdiği şartlara uygun bir güncelleme, yeni bir “up date” başaramamış, yakalayamamış, yani şu “şerâite nâzır” yeni bir “Tecdîdî” duruş, ne yazık ki, sergileyememiş…
Tam da Üstâdımızın, şu asrın başında şu “şiddet-i teessüfle” söylediği “Asr-ı Sâlis-i Aşrın (yani On Üçüncü Hicrî Asrın) minaresinin başında durmuşum; sûreten medenî, dinde lâkayd ve fikren, ‘Mâzi’nin en derin derelerinde olanları ‘Câmi’ye davet ediyorum…” tarifinde olduğu gibi…