Hakikat, sadece bir grup veya kimsenin tekelinde olabilir mi sizce? Bâtıl dediğimiz bir mezhepte veya sapıtmış dediğimiz bir insanda bile, güzel bir düşünce, bir “dane-i hakikat” bulunamaz mı?
Toptan kabul veya red yerine; “adalet-i mahza” gereğince, ‘suçların, cezaların, suçluların ve fikirlerin şahsîliği’ prensibi uyarınca her olayı, her ferd veya düşünceyi ayrı ayrı değerlendirmek daha doğru değil mi?
Allah, sonsuz tecellisini göstermek için her insanı farklı donanımla yaratmış, hakikati arama meyil ve merakını vermiş. Denebilir ki; insanın ömrü, hakikati aramakla geçer.
HAKîKATİN FARKLI TONLARI
Hakikat ise, kendisini farklı formlarda gösterebilir. Dolayısıyla insan hakikati olduğu gibi değil, sosyo-kültürel birikimlerine ve kapasitesine göre anlayabilir. Hakikat hakkında konuşan veya yorum yapan insan, -şu an bizim yaptığımız gibi- hakikati kendi bakış açısından görür. Zira insan hakikati bütünüyle kavrayamaz, kuşatamaz; sadece onun arayışında olabilir. “İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazen bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar.”
Bediüzzaman’ın ayetleri tefsir ederken “bu ayetin binler manasından bir manası şudur ki” tarzındaki yaklaşımı konumuz açısından çok dikkat çekicidir.
Dolayısıyla hakikat hiç kimsenin tekelinde değildir. Mü’mine düşen görev, hakikate sahip olmak, inhisar altına almak ve insanları kendi hakikatine davet etmek değil, bilâkis daima hakikatin yolunda olmaktır.
Hakikatin tonları her insanda farklı tecelli ettiğinden, “Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, ‘Mesleğim haktır veya daha güzeldir’ demeye hakkın var. Fakat ‘Yalnız hak benim mesleğimdir’ demeye hakkın yoktur”1 düsturuna riayet etmek gerekir.
DİN TEKELCİLİĞİ
Hakikat tekelciliği aslında insanın hadsizliğinin bir ifadesidir. Din tekelciliği de öyle.
Çünkü “Tarafgirlik ve rıza nazarı hiçbir kusuru görmez. Garazkârlıkla bakan ise, gizli kusurları da açığa çıkarır” sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.2
Allah, sadece Türklerin, Kürtlerin, Arapların veya İngilizlerin Rabbi değil, “Rabbü’l-Âlemîn’dir.” Allah’ın dini de; bir kavme, bir ırka değil, bütün insanlığa gelmiştir. Kur’ân-ı Kerîm bütün insanlığın rehberi olduğu gibi; Allah Resulü’nün (asm) muhatabı da bütün insanlardır.
“YAZIKLAR OLSUN!”
Hakikati sahiplenip, dini ve o dinin ahlâk anlayışını temsil edemeyen çevrelerin, en az düşmanlar kadar dine zarar verdiği açıktır. Kur’ân-ı Kerîm, dindarlık iddiasıyla yola çıkıp da, dini temsil noktasında dine zarar verenleri “dini yalanlayanlar” olarak niteler ve “yazıklar olsun” ifadesiyle eleştirir.3
Çare “doğru İslâm’ı” öğrenip, “İslâmiyet’e lâyık doğruluk”la yaşamaktır.
“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimseler size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir.”4
Dipnotlar:
1- Mektubat, s. 312., 2- Mektubat, s. 311., 3- Maun Suresi: 1-7., 4- Maide Suresi: 105.