Okumak sadece satırlara hapsolmuş bir fiil mi? Bir şekilde yazılmış yazıların zihinde canlandırdığı manalardan ibaret mi?
Hayır, olmamalı… Okumak belki de hayatın ta kendisi. Hayatı yaratan Allah’ın yüce kelamı Kur’ân “Oku!” ile başlamıyor mu? Bu kelam, yaratılmış olan insana verilmiş bir emir. Bu emri en iyi şekilde yerine getirmek ise, tüm insanî kabiliyetleri kullanmakla mümkün. Gözüyle, kulağıyla, aklıyla, kalbiyle, ruhuyla, belki de hayaliyle okumak… Bir anlamda okumayı yaşamak… Peki nasıl?
“Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki rahat edesin” demiş Üstad Bediüzzaman.1 Yaşadığımız her hadise, ince çizgilerle hayat kağıdımıza yazılmış satırlar değil mi? Bu satırlar da okunmak ister. İnsan, kader mahkumu değil, kaderin satırlarını okumakla muvazzaf bir keşşaftır. Dolayısıyla yaşadığı her hadisenin ona nelerden haber verdiğini anlamakla mükelleftir.
Neden “Bir saat tefekkür bir sene ibadet-i nafile hükmünde…”? Tefekkür, fikretmektir; hikmetleri, ince manaları okuyup tüm latifeleriyle ders almaktır. Kâinatın Sanatkâr’ının sanatlarını bir saat düşünen bir kişinin aldığı manevî gıda, bir sene nafile ibadet yapan birinden daha fazla olabiliyor tefekkür vasıtasıyla. İşte tefekkür de bir çeşit okumak.
Düşünmek… Neden yaratıldığını, dünyaya neden gönderildiğini anlamaya çalışmak... Beni kâinata gönderenin mektuplarını okuyup neden gönderildiğimi çözmeye çalışmak... İndirdiği Kur’ânı, gönderdiği peygamberleri, yarattığı mevcudatı, ölmemişse vicdanı dinlemek. İşte bu da bir okumak…
Hastalığı okumak... Ya da sağlığın kıymetini hastalıkla okumak. Afiyetin güzelliğini musibetle görmek. Rahatlığın huzurunu zahmetlerle anlamak. Bunlar da bir okumak sayılmaz mı? Hastalığı, musibeti, sıkıntıyı okuyup güzel manalar çıkarmak da en güzel okumaklardan değil midir?
En güzel isimlerin sahibi olan Rabbimizin o güzel isimlerini okumak. O isimlerin kâinata yansımasını okumak. Ve kendi vücudunda hangi isimlerin tecelli ettiğini anlamak. Yaratılışında Sâni’, Hâlık isimlerinin; latifelerinde Rahman, Rahîm isimlerinin; ahlâk ve terbiyesindeki Kerim ve Latîf isimlerinin ince manalarını vücuduna bakarak okumak. Bu isimlere ayna olan ve aynada kendine bakan insan, “Oku!” emrini en güzel şekilde yerine getirmez mi?
Kendini okumak. “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku! Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var.”2 diyen Bediüzzaman’ı dinlemek. İç âleminde neler döndüğünü görmek. Hangi cihazlarla teçhiz edildiğini anlamak. Bu cihazları nasıl kullanacağını düşünmek.
Rengarenk çiçeklerin gözüme hitap eden o renkleriyle, hem koku duyuma hitap eden mis gibi kokusuyla... Ve taptaze leziz bir meyvenin dilime olan tatlı seslenişiyle ve zihnime getirdiği güzel manalarıyla hemhal olmak. Böylelikle mahlukatı, bana verilmiş cihazlarla okumak.
Ve diğer insanların hâl lisanını okumak. Üzüntüsünü anlamak, sevincini görmek, kırgınlığını fark etmek, “insan insanı insanda tanır” demiş ya bir yazar. Sadece söz söylemek ve onu dinlemek değil mesele. Söz dinlemek ayrı bir kabiliyet olsa da, sessizliğiyle insanı okumak ayrı maharettir, herkes yapamaz. Bu da bir okumak, sessizliği okumak...
Okumak bir pusuladır. Hem öyle bir pusula ki, binbir türlü düşmanın var olduğu ve binbir engebenin konulduğu bu dünyada doğru yolu gösteren bir pusula. Bu ise ancak pusulayı doğru kullanmakla, yani okumayı doğru yapabilmekle mümkün. Sadece okumak değil, okumayı yaşamakla mümkün.
Dipnotlar:
1- Mesnevî-i Nuriye, s. 144.
2- Sözler, s. 770.