Yoğun çalışma temposunun ardından yıllık iznimi kullanmak üzere Rize/Çayeli’ne yola çıktık.
Ormancık Köyü’ne varınca, buradaki yeşili, temiz havayı görünce İstanbul’un aslında insanı ne kadar yorduğunu daha net anlıyor insan. Birbirine ne kadar da zıt iki yer: İstanbul ve Ormancık.
İşe giderken bindiğim metronun kalabalığı; herkesin bir yerlere yetişme çabası, acelesi, hızı; çalıştığım hastanede işini halletmek için uğraşan yüzlerce insan ve bu insanlara yetişebilmek için uğraşan yüzlerce personel… Bütün bunlar halince bir stres sebebi. Buraya gelmek ne büyük nimetmiş. Bunu burada daha iyi anlıyorum.
Sabah namazı sonrası tesbihatı balkonda temiz havada tamamlayıp karşı dağları, ormanları, yaylayı tefekkür etmenin lezzeti çok başkadır, İstanbul’da bulunmaz. Risalemi açıp 1 saate yakın kuş sesleri eşliğinde çok yönlü tefekkürlerim de öyle. Üstad Bediüzzaman’ın talebelere yazdığı şevk dolu mektupları okuyorum burada. Onları okudukça risaleleri daha çok okuyasım geliyor. Talebelerin şevkle risale yazıp Üstad’a göndermeleri ve Üstad’ın memnuniyet duyması beni daha çok okutuyor. E buradaki hava da “oku” diyor bana, “durma!”
Ve okuyan yazıyor ancak. Okuyabilen yazıyor. Yazası geliyor insanın. Etrafında da yazarlar olunca tabi teşvik oluyor. Bir de talebelerin risaleleri yazması da.
Yıllık iznimin bayram ertesi olması da büyük nimet oldu tabi. İstanbul’da bilhassa bizim akrabaları ziyaret ettikten sonra hanım tarafının akrabalarının Ormancık’ta olmasıyla burada onları ziyaret etmek güzel oldu. İzzet, ikram, güler yüzle karşılanmak hoş. Ve sadece akrabalık değil komşuluk da buradaymış meğer. Köyde çok samimi sohbetler, ziyaretler yapıldı. Bir de köyün yeni hacıları geldiler ki buralar iyice şenlendi. Hurmalar zemzemler yiyip içildi, tesbihler yüzükler hediye edildi. Akşam yatsı arası Ormancık Köyü’nün tarihi camisinin avlusunda toplanıldı; köyle, köyün durumuyla, yollarıyla, temizliğiyle ilgili istişareler yapıldı.
Köy başka tabi, şehir gibi değil. Çok daha sıcak, samimi. Havasını demiyorum tabi, havası soğuk, sobayı 3-4 gün sonra yaktık. Ama o 3-4 gün içinde Trabzon’u, Rize’yi ve köyün ahalisini, konu komşuyu, eş dost akrabayı gezdik elhamdülillah. Sanki Rabb’im biz rahat gezelim diye ilk günler yağdırmadı yağmuru. Sonra rahmet yağdı, hava bulutlandı, soğudu ve biz de sobayı yaktık tabi.
Temmuz dinlemiyor burası, üşütüyor insanı. Bir Urfalı olarak alışkın değilim tabi Temmuz’da soba yakmaya. Ama sobanın kokusunu da soluduk burada şükür olsun.
Babaannemiz var burada bir de, eşimin babaannesi, adı Neziha. Onunla sohbet etmek, duasını almak çok kıymetli. Bir alt katta, Nimetullah Amca’da kalıyor. Onu her gün görüyor, hal hatır soruyoruz muhakkak.
Çayeli’nde son günlerim, buradan Van’a mevlide inşallah. Oradan Diyarbakır, Viranşehir, Urfa rotamız. Kapanışı memlekette yapıyoruz. Sonra İstanbul’a dönüş. Her güzel şeyin sonu var elbet. Sonu olmasa güzel olur muydu ki zaten? Bitecek ki yenisi için heves olsun daa…