“Peki neden başörtüsü? Nedir bu saplantının kaynağı?” diye bitirmiştik son yazımızı.
Aslında bu soru bize ait değil. AİHM yargı metodolojisinin konuşulduğu bir konferansta, Afrika İnsan Hakları Komisyonunda görev almış, ama AİHM kararlarına yabancı bir akademisyen dostumuz, şaşkınlık içinde bu soruyu sormuştu.
Konferansın ana konuşmacısı, AİHM’in din hürriyeti konusunda diğer temel haklara kıyasla devletlere daha fazla taviz verdiğini ve çekingen davrandığını örneklerle anlatmıştı. Örnek olarak verilen kararların büyük bir çoğunluğu başörtüsü davalarından. Mahkeme, sayısı artmaya devam eden bütün bu kararlarında, devletlerin “belirsiz” ve “somut olmayan” kamu düzeni argümanlarını doğru kabul ederek başvurucuların dinî haklarını hiçe saymıştı.
AİHM, “Okullar tarafsız alanlar olmalıdır” veya “Laiklik, demokrasi için o kadar önemlidir ki, başkalarının din hürriyeti ihlâl edilebilir” gibi devlet iddialarını desteklemişti. Yıllarca, Müslümanların azınlıkta olduğu Fransa, İsviçre ve Belçika gibi ülkelerden gelen başörtüsü davalarında “tarafsızlık” kavramı, homojenlik ve tek tipçilik gerekliliği olarak yorumlandı. Hem de “çoğulculuk” ve “azınlık hakları” göz ardı edilerek.
Ancak davalar Müslüman çoğunluklu bir ülke olan Türkiye’den geldiğinde, bu sefer Mahkeme, başör- tüsünün “siyasî bir sembol” olduğunu, kadın haklarına ve eşitliğe zarar verdiğini ve Türkiye’nin “laik” üniversitelerinin bu karakterine uygun olmadığını iddia etti (laik üniversite ne anlama geliyorsa!).
Ya inancından, kimliğinden taviz ver ya da sosyal ve ekonomik olarak toplumdan dışlan.
AİHM, eline defalarca Türkiye’nin ideolojik laiklik bağnazlığını evrensel insan hakları ile kırma fırsatı gelmişken, aksine yasakçı uygulamaları onaylayan kararlarla kendi meşruiyetine büyük zarar verdi. Maalesef bu tutumu, AİHM’i o zamanlar savunan -ve hâlâ savunan- demokratların boğazına bir düğüm oldu.
Aynı AİHM, 2011 yılında, İtalya’daki devlet okullarında sınıflarda asılı haçların, Hıristiyan olmayan öğrencilerin ve ebeveynlerinin haklarını ihlâl etmediğine ve okulların “tarafsız” ortamını bozmadığına hükmeden ünlü Lautsi kararına imza atmıştı. Benzer şekilde, Almanya’nın bazı eyaletlerinde mahkeme salonlarında haçlar asılıdır, ancak Almanya’da başörtülü bir stajyer avukatın mahkemelerde çalışmasına izin verilmemektedir (Eyaletlere göre uygulamalar değişebiliyor).
Fransa’da da benzer bir ayrımcılık söz konusu: Avukatların başörtüsü takması yasaklandı. Bu kararın gerekçelerini özetlemeye gerek yok, sanırız tahmin edebilirsiniz. Bu tarz ideolojik ve bağnaz uygulamaların hukukî olarak analiz edilecek bir yanı yok.
İngiltere’de yıllardır böyle bir yasağın olmadığını hatta hâkimlerin başörtüsü takabildiği detayını biz yine de verelim. Dolayısıyla arkadaşımızın sorusu son derece yerindeydi:
“Peki, neden başörtüsü? Nedir bu saplantının kaynağı?”
Dinî sembollere karşı genel bir nefret mi? Örneklere bakılırsa, bu sadece kısmen geçerli olabilir.
Özellikle İslâm’a yönelik bir baskı mı? Daha muhtemel.
Dinî tercihini ve dindarlığını başörtüsü ile gösteren Müslüman kadınlara karşı bir nefret mi? Çok büyük ihtimalle.
Peki neden?
Bazı kesimler, başörtüsünü sadece bir inanç ifadesi olarak değil, kendi benimsedikleri modernlik tahayyülüne tehdit olarak algılıyor. Çünkü başörtülü bir kadının kamusal alanda özgüvenle var olması, onların inşa ettiği ve evrensel kabul ettiği “çağdaş birey” tanımına uymadığı gibi kadın özgürlüğü ve bireysellik gibi kavramların tek biçimli yorumunu da sorgulatıyor.
Bu yaklaşım, bu kadınların kendi iradeleriyle karar vermiş olabilecekleri fikrini görünmez kılar; onları rasyonel, özerk bireyler olarak tanımak yerine, edilgen ve yönlendirilmiş figürler olarak kodlamaya meyleder. Aynı özgürlük (hürriyet) çerçevesi, onların onayladığı yaşama biçimini tercih eden kadınlar için sorgusuz biçimde tanınırken, başörtülü kadınların seçimleri sıklıkla bir vesayet söylemiyle açıklanır. Bu da özgürlük ilkesinin evrenselliğini zedeleyen bir çifte standarda yol açar. Nitekim bu çerçevede “özgürleştirme” söylemi, kimi zaman bizzat bireysel özgürlüklerin sınırlandırılması pahasına meşrulaştırılır; farklı yaşam tarzları ise kamusal alanın dışına itilmeyi hak eden “sapmalar” olarak konumlandırılır.
Oysa temel haklar açısından asıl sapma budur.