İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif Ersoy 27 Aralık 1936 yılında 63 yaşında iken İstanbul’da vefat etti. Ömrünün son yıllarını çok sevdiği vatanından uzakta geçiren Ersoy’un bu ayrılık hüznüne; Mısır’da iken Kur’ân meali yazmaya başladığı, fakat dehşetli planı duyunca uğradığı inkisar-ı hayal eklenmişti.
Heyecan, ıztırap, savaş, ümit ve zafer dolu yıllardan sonra İstiklâl Savaşı’nın İstiklâl Marşı şairi Mehmed Âkif, 1923 yılında istiklâl madalyasını ve mavzer tüfeğini yanına alarak Ankara’dan İstanbul’a döndü.
Mehmed Âkif’in İstanbul’a dönüşü, yeni bir gidişin başlangıcı oldu. İstiklâl Savaşı sırasında hissedilen bazı endişeler, zafer kazanıldıktan sonra gizli ve açık teşebbüslerle tahakkuk ettirilmeye başladı. “Üst kademe yöneticilerin millî mücadelenin amaçlarından uzak, tamamen ters maksatlar”[1] taşıdıkları yolundaki emareler, diğer mâneviyat meftunları gibi Âkif’i de hayal kırıklığına uğrattı.
Devletin zirvesinde yaşanan gelişmelerden bir hayli rahatsız olan Âkif, İstanbul’da günlerini, Abdülaziz Çaviş’in, “İçkinin Hayat-ı Beşerde Açtığı Rahneler ve Anglikan Kilisesine Cevap” adlı eserlerini tercüme ederek geçirdi. Daha sonra da Abbas Halim Paşanın daveti üzerine kışı geçirmek için Mısır’a gitti.
O yıllarda Ankara’da Kur’ân’ın tercüme ve tefsiri için hızlı bir çalışma başlatılmış, Diyânet Riyâsetinin (Diyânet İşleri Başkanlığı) de teşvikiyle tefsirin Elmalılı Hamdi (Yazır) Efendiye, tercümenin de Mehmed Âkif’e yaptırılması kararlaştırılmıştı.
KENDİSİNDEN KUR’ÂN MEALİ YAZMASI İSTENDİ
Mehmed Âkif; Eşref Edip, Hasan Basri, Ahmed Hamdi gibi çok yakın dostlarının araya girmelerine rağmen “liyakatsizliğini” bahane ederek teklifi kabul etmedi. Elmalılı Hamdi Efendinin, tefsiri ancak Âkif’in tercümeyi yapması şartıyla yazabileceğini söylemesi üzerine, Âkif ile Hamdi Efendinin görüşmesi kararlaştırıldı.
Elmalılı Hamdi, tercüme şeklinde olmasa bile Kur’ân’ın mealini yazma hususunda Âkif’i ikna edince, ikisi de Diyanet İşleri Başkanlığı ile mukavele imzaladılar. Avans olarak bir miktar para aldılar ve çalışmaya başladılar.
Âkif tekrar Mısır’a gitti ve kış boyu çalışmalarına orada devam etti. Döndüğünde “İlk devrim hareketleri başlatılmış; Cumhuriyet idarecileri ülkenin ve toplumun İslâmiyetle bağlarını tamamen koparmaya yönelik faaliyetlere girişmiş- lerdi.”[2] Bu teşebbüsler üzerine 1926 kışında tekrar Mısır’a giden Âkif, Kahire yakınlarındaki Hilvan’a yerleşti ve İstanbul’a dönmedi.
DEVRİN İDARECİLERİ DİNE SAVAŞ AÇMIŞLARDI
Âkif’in Mısır’daki hayatı âdeta bir inziva hâlini aldı. Haftada birkaç sefer Câmiatü’l-Mısıriye Dârülfünûnu’na giderek o yıl başlayıp 1936 yılına kadar devam ettirdiği Türk Edebiyatı dersleri verdi. Bunun haricindeki zamanını, Kur’ân meali çalışmaları, ibadet ve Nil Nehri kıyısında yaptığı yürüyüşlerle geçirdi.
Kur’ân üzerindeki hürmetkâr, dikkatli ve hummalı çalışma, zaten her şeyi ile Kur’ân’a bağlı olan Âkif’i, o kudsî kitaba daha da meftun etmişti. Bütün zaruretlere rağmen şevkle çalışıyor, “demir gibi hafız olduğunu ve ramazanda teravih namazlarını hatimle kılmaya başladığını” söylüyordu.
Mehmed Âkif için Mısır’daki mahrumiyetlerin en büyüğü, vatandan uzakta bulunmasıydı. O zamana kadar ecdad yadigârı ve vatan sadakati ile sevdiği Mısır’ı, semâlarında hilâl dalgalanmadığı için yabancı bir diyar saymaya başladı.
“Vatan-cûda gibiyim ceddimin diyarında;
Ne toprağında şu yurdun ne cûybârında,
Bir âşina sesi, yahut bir âşina izi var;
Semâda beklediğim aksi vermiyor ovalar!”
Yaşadığı ıztırabı böyle mısralarla dile getiren Âkif, Ankara’nın Kur’ân’dan tercüme ettiği kısımları ısrarla istemesi üzerine, Hidiv ailesinden borç alarak bin lira avansı iade etti. Mukaveleyi feshettikten sonra da çalışmalarına aynı hassasiyetle devam etti.
Mısır’ın sıcağı ile eski sağlamlığını kaybeden bünyesi bu kadar kesif bir çalışmaya tahammül edemeyince, değişik zamanlarda Lübnan’a, İskenderiyye’ye, Antakya’ya giderek dinlenen Âkif, bu zamanlarda da Kur’ân çalışmalarını aksatmadı.
1932 yılında Mısır’a gidip Âkif’i ziyaret eden Eşref Edip; tercümeyi baştan sonra okuduğunu belirttikten sonra, hayranlığını “O ne sadelik, o ne âhenk! Âyetler arasındaki irtibatı muhafaza hususunda öyle büyük kudret göstermiş ki, bir sûreyi okursunuz da hiçbir âyetin başında veya sonunda ufak bir irtibatsızlık göremezsiniz”[3] cümleleri ile dile getirdi.
Eşref Edip kanaatini, “Artık elhamdülillah tamam olmuş, avdetimde ben bunu İstanbul’a götüreyim” dediği zaman Âkif güldü. “Onu tamam oldu mu zannediyorsun? Daha ne kadar noksanı var. Üzerinde bir hayli işlemek lâzım”[4] diyerek başkalarını hayran bırakan muvaffakiyetin kendisini tatmin etmediğini söyledi.
KUR’ÂN’A KARŞI TEZGÂHLANAN DEHŞETLİ PLANI SEZMİŞTİ
Mehmed Âkif’i bu kadar tereddüde düşüren ve çalışmaktan değil, endişeden yıpratıp hasta eden hakikat; Bediüzzaman Said Nursî’nin “En dehşetli ve muannid bir zındık, Kur’ân’a karşı sû-i kasdını tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: ‘Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.’ Yani lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun, diye dehşetli bir plân çevirmiş”[5] şeklinde ifşa ettiği gizli plânlardı. Çünkü o da her vesile ile “Kur’ân’ın hakikî tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez”[6] diyerek Kur’ân’ın tercüme edilemeyeceğini anlatmıştı.
Bu hakikati hayatı boyunca gözden uzak tutmayan ve “Bir lisan ki bir kelimesi, bir sigası hep birden hem zat, hem zaman, hem mekân ifade eder; bunun başka bir lisana tercümesi nasıl kabil olur?”[7] şeklindeki kanaatini hiç değiştirmeyen Âkif, o “dehşetli plânı” fark edince pişman oldu.
“Meğer ben Rabbime karşı ne büyük hatâ işliyormuşum! Ne büyük isyanda bulunuyormuşum! Ben dinime hizmet için, Kur’ân’a hizmet için bu ağır işi üzerime almıştım. Kur’ân kalkacak, benim tercümem onun yerine kaim olacak, kıyamete kadar Müslümanlar bana lânet edecek! Bu nasıl olur? Âkif, sen bu oyuna, bu farmason dolabına nasıl âlet olursun?”[8] diyerek, elîm bir yeis ve endişe içine düştü.
ÜZÜNTÜDEN HASTALIĞI ŞİDDETLENDİ
Üzülmesi, Âkif’in hastalığının şiddetlenmesine sebep oldu. Senelerini ve sıhhatini vererek hazırladığı Kur’ân mealini Mısır’da bulunan Yozgatlı İhsan Hocaya, “kendisi dönmezse yakmasını” vasiyet ederek verdi ve “memleketten uzakta ölmekten” korkup vatana döndü.
İstanbul’a gelmek, Mehmed Âkif’in ruh dünyasında büyük bir coşku ve heyecan husule getirmişti. Hastalığın halsizleştirdiği bitkin beden, ruhun coşkusuna mukavemet edemeyince hastalığı ağırlaştı. Kendisinin parası olmadığından Hidiv ailesi maddî yardımda bulundu ve tedavi edilmek üzere Teşvikiye Sağlık Yurdu’na yatırıldı.
Tıbbî tedavi görse de, onu asıl iyileştiren şey, geldiği günden itibaren ardı arkası kesilmeyen ziyaretçileri oldu. Sağlık Yurdu yalnız şair, yazar ve dostlarının değil; düşman bildiklerinin de akınına uğradı. Hepsi geliyor, onun seveceği şekilde davranarak âcil şifalar dileyip, o solgun çehrenin nüktelerine muhatap oluyor, sürurla dönüyordu.
Bir süre Sağlık Yurdu’nda kaldıktan sonra Mısır Apartmanı’na nakledilen Âkif, orada da gül renkli mütebessim simaların ziyaretleri sayesinde; kendi elleri ile yetiştirdiği gül bahçesinde dolaşan bahçıvanın rahatlığı içinde edebiyat sohbetleri yaparak hastalığının ağırlığını kimseye hissettirmedi.
Bu sohbetler, ömürde ancak bir sefer tadılabilen lezzetler gibi, her gün yeni katılan grupların ve gençlerin iştiraki ile genişliyor; Âkif, yalnız gönüllerin sığabileceği bu dar odada yeni ziyaretçilerine eski ve bedî güzellikler yaşatıyordu.
Hattâ bu heyecan onu o kadar sardı ki, hayatında her zorluğa “hodri meydan” diyen pehlivan Âkif, kendisini yatağa düşüren hastalığa da meydan okumak istercesine, daha önce yazmayı düşünüp plânlarını yaptığı İkinci Âsım’ı, İstiklâl Savaşı’nı, Selâhaddin Eyyûbî piyesini ve Peygamberimizin (asm) Veda Hutbesi’nin nazmen terennümü olarak düşündüğü Haccetü’l-Veda’yı yazmaya karar verdi.
“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyûlâyı da er geç silecektir.
Rahmetle anılmak, ebediyet budur amma,
Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir.”
O eserler, bu mısralarla ifade ettiği sessizliğin ölü sükûtunu bozup ebediyen rahmetle anılmasını sağlayacak güçlü bir ses olacaktı. Bunun için hayatı boyunca “Benim için yegâne arzu olunacak bir şey varsa o da, şehrin dağdağasından âzade bir mahallede, meselâ Boğaziçi’nin bir tepesinde, yahut Çamlıca’nın kenar bir tarafında şöyle dergâh gibi bir yerim olsun. Orada tabiat ile baş başa kalayım. Düşündüklerimi yazayım”[9] diyerek hayal ettiği, ama bir türlü gerçekleştiremediği bir inzivahaneye ihtiyacı vardı.
Sonunda o da oldu. Hastalık yükünü ancak bir hastabakıcının refakatinde taşımak zorunda kaldığı son zamanlarında, Prens Halim Paşa’nın Alemdağ’daki konağına giderek, hastalık onu bitirmeden o hayatının gayesi olan eserlerini bitirmeye azmetti.
Ne var ki, hâlden anlamayan, ulvî ideal tanımayan ve âlim, şair, avam, havas farkı gözetmeyen bu sârî illet, iyice takatsiz bıraktığı vücudu tamamen kavrayınca Alemdağ’da da duramaz oldu.
“Şu serilmiş görünen gölgeme imrenmedeyim
Ne saadet, hani ondan bile mahrumum ben.
Daha yıllarca eminim ki hayâtın yükünü,
Dizlerim titreyerek çekmeye mahkûmum ben.
Çöz de artık yükümün kör düğüm olmuş bağını
Bana çok görme İlâhî bir avuç toprağını.”
Niyazını böyle mısralarla terennüm ederek kendisini kaderin tecellîsine bıraktı. Her şeye rağmen mesrurdu. Çünkü Mısır’dan döndüğü gün “Ne mutlu bana ki, Peygamberimin yaşında öleceğim” diye nidâ etmişti.
Ömür boyu hayatî bir haslet hâlinde zihninde taşıdığı ve zaman zaman terennüm ettiği anlaşılan o makbul duâ müstecab olmalı ki, Mehmed Âkif Ersoy 27 Aralık 1936 yılında 63 yaşında iken İstanbul’da vefat etti. Allah ganî ganî rahmet eylesin.
Dipnotlar:
[1] Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1979) c.3, s.72.
[2] A.g.e. , s.72.
[3] Eşref Edip, Mehmed Âkif, s.193.
[4] A.g.e., s.195-6.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, s.277.
[6] A.g.e.
[7] Mithat Cemal, a.g.e. , s.229.
[8] Eşref Edip, a.g.e. , s.201.
[9] a.g.e.,s.181
(Yeni Asya Yayınları’nda çıkan Mehmed Akif kitabından alınmıştır)