"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Yanmayı öğrenmek

İslam YAŞAR
17 Ocak 2025, Cuma
“Hamdım, piştim, yandım!..” Mevlâna’ya böyle dedirten hâl, yanmayı öğrenme hâliymiş. O yanmaktan korkarak, ateşten kaçarak değil, yanmayı öğrenerek ve yanmanın mahiyetini bilerek hamlıktan kurtulmuş, pişmiş, yanmış ve Mevlâna olmuş.

Hikâye bu ya. 

Zaman-ı evvelde, balta girmemiş ormanlarda farklı cins, tür, yaş ve hâllerdeki ağaçlar kendi aralarında lisân-ı halleri ile sohbete eder, hâlleşir, dilleşirlermiş. Sinek, böcek, kurt, kuş misâli hayvanlar da dikkatle onları dinlermiş. Ama onlar en çok kendilerini idrak sahibi bir insanın dinleyip ders almasını isterlermiş. Yanlarına bir insan geldiği zaman hemen seslerini yükseltirlermiş. 

Günlerden bir gün, derviş ahvalli bir çoban o ormana gelip sürülerini salmış. Kendisi de gür bir ağacın dibine oturmuş. Hâlinden, hareketlerinden, gölgesinde dinlenen kişinin mütefekkir mizaçlı bir kişi olduğunu anlayan toru ağaç, az ileride yerde boylu boyunca uzanan kuru kütüğü kökleri ile dürtmüş.

“Ne bu hâlin?”

“Bu hâl benim kemal hâlim.”  

“Hâlin kemalden ziyade zevale benziyor.” 

“Zevale meyletmek de bir kemal hâlidir.” 

Etrafındaki fidanlar, toru ağaçlar, yaş çalılar, yeşil otlar ve her nevi nebatat; kuşlar kurtlar, börtü böcek, vahşi, ehil bütün hayvanatla birlikte gölgesinde dinlenen derviş ahvalli çobanın da dikkatle, kütükle aralarındaki konuşmayı dinlediğini fark eden toru, kütüğe doğru biraz daha eğilerek sesini yükseltmiş.

“Kimden öğrendin bu hâlin kemal hâli olduğunu?”

“Hayattan.”

“Yeşil, gür, gürbüz, fidan, toru, meyvedar zamanların olmadı mı hiç?”

“Oldu elbet.”

“O zaman hayatı bilmiyor muydun?”

“Biliyordum.”

“O hâlleri taşırken neyi öğrenmiştin?”

“Yaşamayı.”

“Ya şu kupkuru odun hâlin?”

“Bu hâl de hayatın tabiî bir safhasıdır.”

Kuru kütüğün cevabına, dinleyen mahlukâttan ziyade soruyu soran yeşil toru şaşırmış. Çünkü hayata başladığında tanıdığı o kütük; kökünden dalına, kabuğundan yaprağına kadar yetişkin, hayat dolu, gürbüz, gür bir ağaçmış. Dallarına bülbüllerle, serçelerle, tûtilerle, turnalarla birlikte kartallar, doğanlar, şahinler de konar, kovuklarına sincaplar, tavşanlar, keklikler yuva kurarmış. 

Bahar gelip çiçeklendiği zaman bağrını arılara açar bol bal özü almalarını sağlarmış. Özsuyundan larvalar beslenir, damla sakızlarına karıncalar üşüşürmüş. Aslanlar, kaplanlar hep onun etrafında dolaşır, dalları arasında maymunlar oynaşırmış. Onu, gölgesine yorgun-argın gelen yolcuların dinlenip zinde bir şekilde kalktığı zamanlardan beri tanırmış. Onun, yaş ağaç hâliyle odun vaziyeti arasında bir fark görmediğini anlayınca sormuş.

“Şu anda odunsun değil mi?”

“Kesip biçerek istif etseler odun olurum.”

“Odun neye yarar ki?”

“Yanar.”

“Şu kuru hâlinle hayattan neyi öğrendin?”

“Yanmayı öğrendim.”

“Yanmayı öğrenecek ne var?” 

“Neden?”

“Atılırsın ateşe, gürül gürül, cayır cayır veya çıtır çıtır yanarsın.”

“Hepsi o kadar mı?”

“Tabiî başka ne olabilir ki?”

Kuru kütük, yeşil torunun cahilce cevabına üzülmüş. Fersiz nazarını etrafta gezdirerek kendilerini dinleyen diğer yeşil bitkilere bakmış. Onların da muhatabı gibi yanmayı, ateşe atılıp alevler arasında şeklini şemailini kaybetmek olarak düşündüklerini anlayınca onun şahsında diğerlerine de bir hayat dersi vermek istemiş.

“Sen de yanmayı öğrenmelisin.” 

“Bu yaşta mı?”

“Öğrenmenin yaşı yoktur.” 

“Ama zamanı vardır.”

“Yangının ne zaman çıkacağı belli olmaz.” 

“Ben yaşım, onu sen düşün.”

“Unutma.”

“Neyi?”

“Kurunun yanında yaşın da yandığını.”

Derviş ahvalli çoban ağaçların kuru, yaş, yanma muhabbetine muttali olunca, onların bu nebatî sohbetini basit bir mükâleme telâkki ederek gülmüş. Yanmayı sadece ağaçlara has bir hâl zannederek insan olduğuna şükretmiş. Dili şükrederken hâline fahr hissi aksetmiş olmalı ki biraz sonra ayaz çökmüş ve üşümeye başlamış.

Ayaza küçük ağaçlar, hatta yeşil otlar kadar bile dayanamayacağını anlayınca yere dökülen kuru yaprakları, ince dalları toplamış. Torbasından çakmağını, taşını, kavını çıkarmış ve birkaç vuruşta kavı tutuşturmuş. Yanan kavı kuru yaprakların arasına koyup hafif hafif üfleyerek ateşi yakmış. 

Alevler harlanırken o aralarında bazı yaş dallarının da bulunduğu odun parçalarını toplayıp ocağa atmış. Yaş dalların çabuk tutuşmayacağını bildiği hâlde ‘kurunun yanında yaş da yanar’ diyerek aldırmamış. Gerçekten kurunun yanında yaş da yanmış. Alevler azalıp odunlar kor olunca bedeni ısınmış ve oturduğu yerde uyuyakalmış. 

Biraz sonra kuvvetlenen rüzgâr harlamış korları. Etrafa saçılan kıvılcımlar kuru otları, sarı gazelleri tutuşturunca yangın çıkmış. Alevlerin feriyle yanmak üzereyken uyanan çoban yangını söndürmeye çalışmışsa da başaramamış ve çareyi, az ilerideki kayalıklara doğru kaçıp hiç değilse canını kurtarmakta bulmuş. 

O zaman herhangi bir müdahale görmeyen alevler hızla yayılarak önce otları, gazelleri, çalılıkları sarmış. Çalılar çıtır çıtır sesler çıkarak yanarken alevler yeşil ağaçlara sıçrayınca çıtırtılar çatırtı hâlini almış. Ardından her tarafı sis dağlamış, koku sarmış, duman kaplamış. Alevlerin hızla köküne doğru yaklaştığını gören yeşil toru, dumanların arasından zoraki görebildiği kuru kütüğe bakmış.

“Ne yapıyorsun?”

“Yanıyorum.”

“Bu sesler ne?”

“Çalılar yanarken çıtırdar.”

“Ya cayırtılar, 

“Onlar, alevler arasında kalan ağaçların feryadıdır.”

“Şu is, duman, koku neyin nesi?”

“İs yangının süsü, duman örtüsü, koku nefesidir.”

Gördüklerine duydukları da eklenince dehşete kapılan yeşil toru bir süre etrafındaki canhıraş yanışı seyretmiş. Yükselen alevlerin yakıcı hararetini hissetmeye başlayınca ne yapacağını bilememiş, nasıl sesler çıkaracağını şaşırmış. Merakla yanmayı öğrendiğini söyleyen kuru kütüğe bakmış. Onda ses, is, duman, koku gibi hiçbir yangın emaresi hâl göremeyince sormuş.

“Senin kokun, isin, dumanın yok.”

“Yok.”

“Sesin çıkmıyor.”

“Çıkmaz.”

“Neden?” 

“Eskiden ben de yanarken is yapar, duman salar, koku yayar, öyle acayip sesler çıkarırdım.”

“Ya şimdi?”

Bu sefer kuru kütük bakmış etrafına. Yangın başlayınca kuşlar uçuşmuş, hayvanlar kaçışmış, böcekler alevlerin ulaşamayacağı kuytu ve derin yerlere çekilmiş. Kuru dallar sakin, sessiz, yaş ağaçlar korkulu, telâşlıymış. Kendini beğenmiş yeşil toru ise şaşkınmış. Daha ateşi görmeden yanıp kavrulmuşa benziyormuş. Kuru kütük, ona yanmayı öğretmek için hâlini arzetmeye başlamış.

“Şimdi iyice kuruyarak yanmaya hazır hâle geliyorum.” 

“Bir canlı bile bile yanmaya hazır hâle gelir mi?”

“Canlı insan ise ölmeye, hayvan ise avlanmaya, bitki ise yanmaya her an hazır olmalıdır.”

“Sen yanmaya gerçekten hazır mısın?”

“Hazırım.”

“Kızıl alevler etrafını sarınca ne yapacaksın?”

“Önce ateşi yavaşça içime çekeceğim.”

“Sonra?”

“Sonra sessizce yanıp korlaşacağım.”

“Ya yanmanın alâmeti olan is, duman, koku?”

“Kuru olduğum için is çıkarmayacağım, koku yaymayacağım, etrafı dumana boğmayacağım.”

Kuru kütük gerçekten dediğini yapmış. Kabaran alevleri yavaş yavaş içine çekerek sindirmiş. Bunu yaparken sürurlu nefes alıp verişi andıran hafif hışırtının dışında hiç ses çıkarmamış. Etrafa kıvılcımlar saçmamış, is yapmamış, koku yaymamış, ormanı dumana boğmamış. Ateşin hararetini alarak alevleri durdurmuş, yangını söndürmüş ve korun etrafını ince bir kül tabakasıyla sarmış.

Hiç beklemediği bir anda cayır cayır yanmaya ramak kala kurtulan yeşil toru derin bir nefes almış. Minnetle bakmış yerde için için yanan kütüğe. Onun yanmaktan müşteki olmadığını, yanmayı öğrendiğini ve vazifesini yapmanın sürurunu yaşadığını görünce onun gibi yanmayı öğrenerek yaşamaya karar vermiş.

Zaman zaman ormana dalan oduncuların baltaları ile parçalayıp testerelerle kestikleri kuru kütükleri atlarına, eşeklerine, kağnılarına yükleyerek evlerine götürdüklerini hatırlayınca odunun sadece ormanda yanmadığını, aslî kullanma yerinin evler, iş yerleri olduğunu, asıl  yanmanın oralarda vuku bulduğunu anlamış. 

Kendisini nasıl bir akıbetin beklediğini bilmediği için o anda, kuruyunca kesilip biçilerek eve götürülme ihtimalini de nazara almış ve evlere götürüldüğü takdirde ne yapacağını merak etmiş. Yanmayı öğrendiğini söyleyen kuru kütüğün, hayatın o safhasını da bildiğini düşünerek merakla sormuş.

“Ya burada yanmasaydın da kesilip biçilerek bir eve götürülseydin ne yapardın?”

“Yakılış maksadıma göre ısıtır, aydınlatır veya pişirirdim.” 

“O iş bitince?”

“O zaman etrafımı külle sararak kor hâlindeki özümü korurdum. İhtiyaç olunca küllerimden sıyrılır ve yeniden işimi yapardım.”

“Özünün de biteceği bir hâl vardır elbette.” 

“Elbette.”

“O takdirde ne yapardın?”

“Özüm bitince kül hâlini alır, soğur, tortulaşır, yere karışır ve sert toprağı yumuşatarak bitki köklerinin kolayca içine işleyebileceği hâle getirirdim.”

“Ondan sonra biter miydin?”

“Hayır. O kökler vasıtasıyla bir ot, çalı veya ağaç hâlinde yeniden hayat bulur ve hilkatimle bana verilen vazifeyi yapardım.”

Yeşil toru, yerde için için yanan kütüğe bakarak bir balta darbesine maruz kalmazsa veya yangın, heyelan, deprem, sel gibi kazalara uğramazsa üç beş asır sonra alacağı şekli hayal ederken korkarak çıktığı kayanın başında olanları seyredip lisan-ı hâl konuşulanlarını dinleyen derviş kendinden utanmış. 

Bir ağaç bile yanmayı öğrenmiş, yanacağı zamanı hasretle bekler hâle gelmişti ama kendisi hâlâ yanmaktan korkuyor ve ateşten kaçacak yer arıyordu. Yeryüzünün pek çok yerinde sık sık yaşanan bu hayat hâlini seyrederken yanmayı öğrenmenin sadece kuru odunların vazifesi olmadığını idrak etmiş.

İnsanlık tarihine o nazarla bakınca ilk olarak Hazret-i İbrahim aleyhi’s-selâmın, Nemrut tarafından ateşe atılış hadisesini hatırlamış. O Rabbine güvenip kaderine teslim olduğu ve ateşe atılmaktan korkmadığı, yani yanmanın hakiki mânâsını öğrendiği için kızıl alevlerin kaynaştığı ateşin bağrı ona gül bahçesi olmuş. 

“Hamdım, piştim, yandım!..”

Basit bir kıl çadırı mesken seçtiği zaman, sultanlardan bile sultan muamelesi gören Mevlâna’ya böyle dedirten hâl, yanmayı öğrenme hâliymiş. O yanmaktan korkarak, ateşten kaçarak değil, yanmayı öğrenerek ve yanmanın mahiyetini bilerek hamlıktan kurtulmuş, pişmiş, yanmış ve Mevlâna olmuş.

“Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” 

İdraki maziden hâle yaklaştıkça, yakın zamanda söylenen bu sözün de yanmayı öğrenmenin tezahürü olduğunu fark etmiş derviş ahvâlli çoban. Mezkûr sözün sahibi olan Bediüzzaman Said Nursî’nin hayat safahatını tahattur edince, onun da zalimlerin, ateşten daha yakıcı olan ve âdetâ dünyada cehennem azabı yaşatan mezalimlerini üzerine çekmek pahasına milletinin imanını sahil-i selâmete çıkardığını anlamış. 

Ve onların yaşayışlarına âşinâ olarak ahirette Cehennem ateşinde yanmamak için dünyada  yanmayı öğrenmeye karar vermiş.

Velev ki kuru bir kütük kadar da olsa.

Okunma Sayısı: 930
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Mehmet

    17.1.2025 15:00:01

    Selahaddin abi sizin beşleme ve devamı olan seri kitaplarınızı zevkle okudum. İçindeki can alıcı yaşanmış ibretlik olayları zaman zaman gazetede yayınlanır ise istifadeye medar olur.

  • Toygar

    17.1.2025 12:02:51

    Aslolan ateşte yanmak değil, sonrasıymış. Allah'ım beni de, hiç olmazsa bir kuru kütük yap! :()

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı