Bir şehri, beldeyi, dokuyu oluşturan ince kılcallarıyla birlikte düşündüğümüzde, belki de en es geçtiğimiz şeylerden birisi de kokusudur. Şehrin kokusu...
Nasıl kokar şehriniz? Kokusuyla neler der size? Neler anlatır? Çok da derinlere dalmadan çok farklı kültürlerin, çoksesliliğin varlığıyla devam eden bir şehirdeyseniz, kokusu da bir mozaik olur elbette. İnsana dair her şey, suyuna, toprağına sindiği gibi, havasına da siniyor. Ağacına, çiçeğine, kuşlarına da...
Çokseslilik, çokkültürlülük aynı zamanda çokkokululuğu da getiriyor yanında. Farklı dinlerin, kültürlerin kendi içlerinde oluşturduğu bir anaforun, dışarıya yaptığı etkilerden biridir bu. Hiç uzağa gitmeye gerek yok. İstanbul’un semalarını bir koklayıversek, bu sözüme şahit binlerce koku bulabiliriz. Eminönü’nün, Eyüp’ün, Balat’ın, Pera’nın, Ortaköy’ün ve Kuzguncuk’un dar sokaklarına, eski cumbalı evlerine şöyle bir dalıversek, kimbilir ne kokular karşılar bizi. Eminönü Meydanına hasbelkader yolunuz düşse, ilk alacağınız koku balık ızgara kokusudur. Günün her saati kalabalık olan Eminönü, sürekli bir yerlere koşuşturan insan seliyle her daim hareketlidir. Vapura binenler, Sirkeci tarafına geçenler, balık tutanlar, turistler, gezginler ve işportacılarla, tam bir insan cümbüşüdür. Bu kalabalıkta akarken burnunuza gelen balık kokusu, sizi ordan alır, orda bulunma sebebini bile unutturur belki. Denizin, yosunun, vapurun ve bu alanın bir parçası oluverirsiniz bir anda ve sanki balık ekmek yemek, bu varlığınızı pekiştirecek gibi gelir.
Yolun karşısına geçip Sirkeci’nin ara yollarına daldığınızda, vitrinler, dışarıya taşmış sandalyeleriyle lokantalar, devasa binaların arasında, başka bir koku sarar sizi. Köz kestane.. İşporta tezgâhlarında ince ince dumanıyla etrafa yayılan o koku, nedense tarihe götürür gibi olur. Osmanlı’nın mimariye işlenmiş o dokusu, her köşe başında bir eseriyle karşınıza çıkarken, illa bir yerlerden de o kestane kokusu gelir burnunuza. Biri birisiz olmayacakmış gibi, eksik hissedersiniz olmasa. Sanki resim tamamlanmayacaktır.
Az yukarıda bir yerlerde Mısır Çarşısı’nın iştah açan baharatları, sizi dünyanın kokularıyla tanıştırır sanki. Kimyonu, karabiberi, pulbiberi, kişnişi, reyhanı, fesleğeni, kekiği, nanesi, yenibaharı ve sayamadığım diğerleriyle bir koku mozaiği sunar size. Sanki her kültür, kendine has bir kokusunu size hediye olarak göndermiştir de, siz de koklayarak onları evinize götürüyorsunuz gibi..
Pera’ya gitsek aslında. Frej apartmanının, Botter apartmanının önünden geçsek.. Bankalar caddesindeki Kamondo merdivenlerinden çıkarken, tarama, şambrak, pırasa köftesi kokusu gelmez mi Mario’nun mutfağından.? Ya da Balat’a uzansak, Eleni’nin kurkutisi, kolivası karşılamaz mı bizi.? Agop’un aylazanının, sunkapurunun kokusu da vardır illa ki bir yerlerden burnumuza gelen kokular arasında.. İstanbul’un her güzelliğini, bu şehre can olan, can katan her insanını, bir şirket-i hayriye vapuruna bindirip uzaklara göndermiş olamayız değil mi? Elbette onlarla birlikte tanıştığımız kokuları ve tatları da..
Aslında şehirlere ruh katan, havasına katkı yapıp nefes aldığımızda içimize çektiğimiz şey, orada yaşayan her insanın varlığıdır. Kültürüyle, bakışıyla, tarzıyla yapılan katkılar, bize ancak birlikte yaşadığımızda nefes alabileceğimizi gösterir. Görmezden geldiğimiz her can, her tat ve koku, bizim için kayıp parçadır. Havamıza sinen bu birliktelik, uzaklara gönderdiğimiz nice hikayeyi de taşıyor bize. Yaşanmışlığın tarihî dokusu, mimaride olduğu kadar, unutulan kokularda da var. Keşke bu birlikteliklere daha fazla yer açsak...
Ne dersiniz?