Bediüzzaman’ın Muhakemat adlı şaheseri “Birinci Makale”sinde hakikatin kaynağı ile tarih içinde bozulan ilişkilerin (mecaz-hakikat ilişkisinin eğitim sürecine katılırken ilmin elinden cehlin eline geçtiği durumlarda yer değiştirmesi, doğrusu biri birinin yerinde kullanılması ile hakikatin konumunu kaybetmesi) yeniden düzenlenmesi gereği; Heidegger’in “yapı-söküm” çözümüne nazire olabilecek öneriler getiriyor. “İkinci Makale” ile dil probleminin çözümlenip tekrar sağlıklı ve “cilâlanmış” bir sistematiği üretiyor. Muhteşem üçüncü makalesi “Unsuru’l Akid’de” ise yükselen fen ve düşünce tarihine Kur’ânın köklerinden kanatları çıkarıp “talebe”nin himmetine emanet ediyor.
“Bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret saadetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyet’i münkesif ettiren, sû’-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir. Feyâ lil’aceb!... Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir.” (Muhakemat)
Teknolojinin opsesif kompulsif aktiviteleri arttırdığı bunun eğitim teknolojileri için de geçerli sonuçları olduğu söylenebilir. Düşüncelerden oluşan zihnî takıntılar (obsesyon), davranış biçimindeki takıntılar (kompulsiyon) modern fenlerin üretim kaynaklı artıkları denilebilecek “arada kalmış” “zihin çıktıları” “gerçeklik sonrası”nı tanımlamak için kullanılır hale geldi. Bilimin hile ve şüpheyi arttırdığı gelinen noktada işin aslında sanat (tekno tarafı) üzerinde de çok çalıştığı gün gibi belirdi. Bediüzzaman’ın dikkat çektiği “vesvese bahsi” (başta imanın güçlendirilmesi) din ilimlerinin kullanılması gerekliliğini, yani izafiyetin sürüncemede bıraktığını mutlaklığın yerine koyabileceğini göstermişti.
Ne kadar çok bilirsen o kadar şüphen artar. Uygulama seviyesinde daha çok görünür. David Adam “Duramayan Adam”da takıntıların mantıkla ilgisi olmadığını söylüyor. Takıntılar modern bilimin ortaya sürdüğü bir şey olmasın? Adam bu soruyu sormasa da şunu kabul ediyordu: “Hiçbir düşünce patolojisi, daha fazla düşünceyle çözülemez.” Örnek kişi yirminci yüzyılın dâhi Matematikçisi Kurt Gödel, geliştirdiği eksiklik teoremi, mantığın sınırlarını keşfetmek, ifşa etmek için yine mantığı kullanıyordu. Oysa Gödel obsesif bir düşünceden muzdaripti: Yanlışlıkla zehirlenmekten korkuyordu, meselâ bozuk bir yemekten veya buzdolabından sızan gazdan dolayı. Önce karısına tattırmadığı hiçbir yemeği yemiyordu. O da hastalanınca, zihnini kuşatan bu obsesyonlar Gödel’in açlıktan ölmesine yol açacaktı. En büyük keşfi alternatif akım motoru gibi pek çok icatları kafasında tasarlayan “fikirler, hiç durmadan akan bir nehir gibi, tek sıkıntı onları sabit tutmakta” diyen Tesla’nın da obsesyonları ve kompulsiyonları hayatının kontrolünü ele geçirmişti. Mikrop korkusu yüzünden en yakın arkadaşları bile kendisine yaklaşamıyordu, güvercinlerle takılmayı yeğliyordu. Otel odasında yalnız başına öldü. Bediüzzaman’ın yüzyılın başlarında yaptığı uyarı düşünüldüğünde, acaba, rasyonalist bilimciler ve üretilen teknolojinin tek başına zihinleri bir çıkışı olmayan takıntılar yumağına çevirdiği sonucu mu çıkıyor? İzafiyetin sınırlı bir alan çizdiği “hakikatin” gerçeklikle ilişkisini kurarken daha kapsamlı bir bakışa ihtiyaç olduğu görülüyor. Akıl, hayalden ve onun semerelerinden çok daha geniş bir coğrafyaya açık olsa da, kalbin, mâsivayı arkasına alarak mutlak olana bakabilecek kapsayıcılığı imkân dairesini neredeyse bütünü süpürebilecek bir bakış zenginliğini elde edebileceği “ana gereç” olarak akla kumanda edebilmesi bir yöntemi ve ilişkiler biçimini üretebilir; bu da zihinlerde “mana-i harfi ve mana-i ismî eşleşmeleri” ile kurulabilir. Bediüzzaman’ın keşfi budur. Yanına gelen lise talebelerine söylediği de budur. Bu çok derine kök salan bir usûldür. Kuantum fiziğiyle gelişen felsefeye (ve ürettiği “psikoloji”ye) esaslı bir saflaşma ardından bu usûlle yeniden bir enerji paketi yüklenebilir. Yeni “kuanta”lar bu eşleşmelerle taşınabilir. O zaman hakikat parlar.
Bunun için Bediüzzaman’ın Muhakemat adlı şaheseri “Birinci Makale”sinde hakikatin kaynağı ile tarih içinde bozulan ilişkilerin (mecaz-hakikat ilişkisinin eğitim sürecine katılırken ilmin elinden cehlin eline geçtiği durumlarda yer değiştirmesi, doğrusu biri birinin yerinde kullanılması ile hakikatin konumunu kaybetmesi) yeniden düzenlenmesi gereği; Heidegger’in “yapı-söküm” çözümüne nazire olabilecek öneriler getiriyor. “İkinci Makale” ile dil probleminin çözümlenip tekrar sağlıklı ve “cilâlanmış” bir sistematiği üretiyor. Muhteşem üçüncü makalesi “Unsuru’l Akide” ise yükselen fen ve düşünce tarihine Kur’ânın köklerinden kanatları çıkarıp “talebe”nin himmetine emanet ediyor.
Bediüzzaman teknolojiyi de tavus kuşuna benzetir. “Meselâ: Hârika ve emsalsiz gayet büyük ve gayet zînetli, şark ve garba bir anda uçacak ve şimalden cenuba ulaşan kanatlarını kapayıp açacak, yüzbinler nakışlarla tezyin edilmiş o kanadının her bir tüyünde gayet dâhiyane san’atlar dercedilmiş olan bir tavus kuşu farzediyoruz. Şimdi seyirci iki adam var, akıl ve kalb kanatlarıyla bu kuşun yüksek meziyetlerine ve hârika zînetlerine uçmak istiyorlar.” (Barla)
2023 Eğitim Vizyon Belgesine ilham veren Heidegger’in niyeti yalnızca eğitimin teknolojizasyonunun geriye doğru Platon’un kurucu pedagojik vizyonunda mündemiç bir ontolojik belirsizliğe kadar izini sürmek ve bu yolla tahrif edici eğitim trendlerinin tarihsel imkânlarını açıkça ortaya koymak ve dolayısıyla üzerindeki pençesini gevşetmek değildi. Çok daha önemlisi o aynı zamanda özgün Platoncu “paideia” (teknik bilgi öğretmeyi değil de, matematik, astronomi, gramer ve felsefe gibi yüksek bilgiler vermeyi amaçlayan, entelektüel bakımdan eğitmeyi amaçlayan eğitim) mefhumunun unutulmuş boyutlarının eğitimin “geleceği” için şimdiye kadar düşünülmemiş imkânlarına ilham vermeye nasıl muktedir kaldığını göstermekti. Heidegger’in beslediği umut şudur: Platon’un özgün/ilk eğitim anlayışının kalbindeki belirsizlik kendisini bir tarihsel yanlış anlamaya dönüştürdüğü (çünkü eğitimin özünü belirsizleştirmiştir ve bugün varlığı unutma tehlikesiyle karşı karşıyadır) için, eğitimin uzun zamandır belirsiz özünün yeniden keşfi günümüzde çağdaş eğitime kılavuzluk eden ve giderek formelleşerek koflaşan ideallere anlam zerketmenin yollarını tasarlamaya başlamamıza katkıda bulunabilir. İşte tam da bu anlamladır ki bir pozitif alternatife duyulan ihtiyaç Heidegger’i Platon’un mağarasına dönmeye sürüklemiştir. Heidegger bu perspektifi ontoteolojik olarak temellendirdiği “varlığın tarihinin” temin ettiğini iddia eder. Onun dile getirdiği şekliyle “hakikatin özü ve hakikatin özünün maruz kaldığı dönüşüm türleri ilkin temel formlarıyla eğitimin “tarihsel çiçeklenişini” mümkün hale getirir”.
Bediüzzaman’ın eğitim teknolojilerindeki sonuç tavsiyesi: “İşte şimdi tavusa bak, o mektubu oku. Kâtibe mâşâallah, tebârekellah, sübhanallah de. Mektubu kâtib zanneden veya kâtibi mektub içinde tahayyül eden veya mektubu hayal tevehhüm eden, elbette aklını aşk perdesinde saklamış, hakikatın hakikî suretini görmemiş.” (Barla)