Bediüzzaman’ın Medresetüzzehra projesi de şüphesiz yeni veriler ve olaylar ışığında yeni yorumlarla desteklenebilir. İtikad beynin üretebileceği en yüksek üründür. Sadece beynin değil; ruh, akıl, kalp ve lâtife-i rabbanî gibi.. katkılarını haiz en âlî bir ilim ve terbiye makamıdır. Bediüzzaman bunun da şemasını ortaya çıkarmıştı.
“Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havâssı olan irade, zihin, his, lâtîfe-i Rabbaniye, herbirinin bir gayatü’l-gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Lâtîfenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayatü’l-gayata sevk eder.” (Hutbe-i Şamiye) Bediüzzaman “projesi”nin tartışmasız örnek bir “talebe”si Zübeyir Gündüzalp: “Bilseniz ki, gayret ne kadar kıymettardır; bir dakika boş durmazdınız” demiştir. Bu prensibin kökleri günümüze gelen geçen bir seyri de tasvir ediyor, işaret taşı koyuyor. Şöyle ki, Bediüzzaman diyor: “Bu medeniyet-i hazıranın hârikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından, hakikî bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki: Ehemmiyetli bir kısım insanı tenbelliğe ve sefahete sevk ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisadsızlık yolu ile sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor. Meselâ: “Radyo büyük bir nimet iken, maslahat-ı beşeriyeye sarfedilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz malayani şeylere sarf edildiğinden; tenbelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip, sa’yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa’y ve amel ve hakikî maslahat-ı ihtiyacat-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken, ben kendim gördüm; ondan bir-ikisi zarurî ihtiyacata sarfedilmeye mukabil, ondan sekizi keyf, hevesat, tenezzüh, tenbelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler misaller var.
Elhasıl: Medeniyet-i garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisad ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tama’ı ziyadeleştirmeye; zulüm ve harama yol açmış. Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tenbelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faidesiz zayi’ ediyor. Hem o muhtaç ve tenbelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Sû’-i istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş. Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla; intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü i’dam-ı ebedî suretinde gösterip, her vakit beşeri tehdid ediyor. Bir nevi Cehennem azabı veriyor... İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîm’in dörtyüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üçyüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dörtyüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, i’dam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi; dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!” (Hutbe-i Şamiye) Bediüzzaman’ın bu tesbit ve öngörüleri bugün eğitim teknolojileri için büyük bir yaklaşımı ifade ediyor.
Cemil Meriç’in Bu Ülke’sinde “disiplin içinde çalışmayı bu kitaptan öğrendim”; Ali Fuat Başgil’in “kendi kendime, ah bu kitap on sekiz yirmi yaşlarımdayken elime geçmeliydi” dedikleri İrade Terbiyesi’nde, hakikî bir çaba göstermeye karşı duyulan isteksizlik, bütün eforun düzenli bir şekilde tek bir gayeye yönlendirilmesinin zorunluluğundan kaynaklanır, diyor, Jules Payot. Buna göre, bir eser vermek, buluş yapmak herkesten farklı düşünmeyi gerektirir. Ek olarak bireysel çabanın bu kadar zor olmasının sebebi koordinasyon gerektirmesidir. Payot’a göre bunlar zihnî çalışma ve icraat gerektiren işler için birbirinden ayrılmaz ikilidir. Hayattan ne istediğimiz, ne olacağımız, hayatta oynayacağımız rol kendine hâkim olmaya bağlıdır. Sebat etmenin bir bedeli vardır. Çalışmaya dair iradeyi oluşturmakla başarma arzusu arasında sıkışıp kalmayan öğrenci var mıdır? diye soruyor Payot. Yoğun uğraşların, sebatın ve de becerilerin meyvesi olacak olan hürlüğü hak etmeyen hiç kimse hür olamaz. Elbette hürlükten kasıt “kendimizi kontrol etmek”. Dürtülerimizi, ahlâkî duygularımızı ve kendimizi tamamen kontrol edebilmek kastediliyor. Şu halde gerçek Hürlük için “kusursuz bir öz hâkimiyet” gerekir. Başarı elde edilebilir, ancak kolay olmayacaktır. Her zaman geçerli olan şey; başarıyı ne kadar istersek o kadar sebatkâr çaba sarf etmek gerekir. Çözümler de sebepler gibi çeşitlilik gösterebilir. Israr etmenin bir anlamı yok, diyor Payot, yetenek dışarıdan, tepeden inen bir şey değildir. Gelişim de dışarıdan içeriye doğru değil içeriden dışarıya doğru olur. Dış etkenler sadece bir aksesuardır. Bediüzzaman’ın lise talebelerine verdiği cevabın muhtevasında yer alan ve “ihlâs doktrini”ndeki önemli noktayı da ifade eden bir tesbit yapıyor Payet: Yalnızca iki büyük kategoriden bahsedebiliriz; istekli, ciddî şekilde harekete geçenler ve zayıf iradeli, harekete bir türlü geçemeyenler.
İlk grupta olanlar ortam ve imkânlar ne olursa olsun kısıtlı imkânla bile harika sonuçlar alırlar ve genellikle imkânı da istekleriyle oluştururlar. İkinci grupta olanların da kitaplarla dolu kütüphaneleri, malzemelerle dolu laboratuvarları olsun hiçbir şey yapamazlar. Bediüzzaman “talebe”sini teknolojiyle olan ilişkisinde birinci gruba dâhil ediyor.