Bediüzzaman’ın Avrupa telâkkisi, Müslümanlar için ve bilhassa Asyalı Müslümanlar için giderek önem kazanıyor.
Avrupa kadar, tarihî hatalarıyla ve zulümleriyle dünya milletlerinin hedefi olmuş bir başka toprak parçası da bilmiyoruz gibi. Bunun gibi telâkkilerin ekseriyetle ifrat ile tefrit arasında gidip geldiğini, bu telâkkiler hakkında yazılanlardan da öğreniyoruz. Bu hususun çok geniş ve derin olduğunu biliyoruz. Zaten maksadımız, Avrupa’nın bu cihetlerine bakmak değildi. Burada temel bir paradigmayı ifade ile, esas mevzumuza geçelim, inşaallah… Bediüzzaman Hazretlerinden, Risale-i Nur Külliyatındaki Avrupa telâkkisini okuyanlar; ifratların ve tefritlerin insanları gülünç hâle koyduklarını görüyorlar.
Bediüzzaman, Avrupa’nın güzel olduğunu söylüyor. Ahirzaman tarihinin büyük harflerle yazılmaya başlandığı Birinci Dünya Savaşı’nı müteakiben yazdığı “Sünuhat” isimli eserinde ifade ediyor bunu. Söz konusu güzelliği yorumlamak ve çerçevesini çizme ise bakıştan bakışa değişecektir. Kırk dört yıldan beri “Baharı” Avrupa’da karşılamış bir kardeşiniz olarak, Said Nursî’nin bu muhteşem tesbitini her bahar mevsiminde ruhumda hissettim.
Kıta mı güzel, iklim mi güzel? Veya insaniyetin medeniyet ile bu kıtaya kattıkları mı, güzel olan? Denizlerle ve okyanusla çevrili bu güzel kıtanın iç kesimlerine kadar, engelsizce ulaşan rahmet bulutları mı? Topraklarının altındaki madenler mi? Bunlar da yorumlara muhtaç ve farklı pencerelerden bakışı gerektiren şeyler… Güzelliği, yalnızca, iklimle irtibatlı yağışlara ve ormanlara veremiyorsunuz. Terbiye edilmiş şehirlerin, botanik bahçeleri görünümlü hâlleri ve disiplinin, Normandiya kıyılarından Alplerin eteklerindeki köye kadar bedii zevkleri rahatsız etmeyecek şekilde her yanda görülmesi, zihninize ilim ve gayretle gelen güzellikleri de tedai ettiriyor.
Her şeyden önce mevsim güzel… Diriliş mevsimi… Şevkinizi kıran ve gayretinizi söndüren ölümle hayatın yer değiştirdiği şu mevsimde; çiçeğe, yaprağa yönelmiş her budağın lâtif, sevimli ve ihtişamlıca; dünün kupkuru dalından dışarıya âdeta hücumunu görüyorsunuz. Ağaçlardaki çok çeşitlilik, tefekkürü durdurmaya çalışan ülfeti sanki hırpalıyor, buradaki bahar manzaralarında… Renkler, tarzlar, önceden şahit olamadığınız ara ve geçiş renk-desenleri, bir sanat müzesinden alabileceğiniz zevki yaşatıyor. Dokunmaya kıyamadığınız o çiçekleri ebedîleştirmek üzere, tüm hissiyatınızla toplamak istiyorsunuz. Bazen, o güzelliklerin neşredildiği köşeleri, gönlünüz terk etmeye yanaşmıyor.
Anadolu’daki çocukluğumda bana, meyve verecek ağaçlar gösterilmişti. Envaî çeşit… Bir bahçeye uzaktan baktığımızda; meyvenin ve yaprağın çiçekten sonra ortaya çıkacağı şu günlerde, ağaçların çeşitlerini çiçeklerin renk ve desenlerinden bilirdik… Badem, erik, zerdali, mismiş, kiraz, vişne veya elma… Mor, pembe giysisiyle şeftaliyi herkes tanırdı. Fakat Avrupa’da manzara o kadar farklı ki… Bazı çiçeklerin mahiyetlerini öğrenmek için, iki ay boyunca başında beklemek gerekiyor.
Bediüzzaman ise, “dirilişi” bütün insanlığa iki kere iki dört eder derecede isbat ettiği “Haşir Risalesi’ne, Kur’ân’ın Rum Suresi’nden aldığı meşhur ayetle başlıyor:
Baharın bir diriliş olduğunu, “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kàdirdir.” (Rum Suresi, 50) ayetiyle gösteriyor.
Bu eseri şu mevsimde okumaya başlayanlar, kanaatimizce, zihnen, teoriden pratiğe geçişte kolaylık elde ediyorlar. Hatta bu kitabı eline alıp bahçelere ve kırlara çıkma şansını yakalayanlar ise, herkesin ulaşamayacağı bir laboratuvar çalışmasına kavuşuyorlar. Avrupa’nın şehirlerini, kapitalizm veya Sosyal Marksizm, o acımasız hâlleriyle henüz fazla tahrip etmemişler. Gerçi kırk sene öncesiyle mukayese ettiğinizde; açgözlü materyalizmin, şehirlerin cazibedar yeşil gözlerine –kısmen– beton döktüğünü fark edebiliyorsunuz. Her şeye rağmen bu Avrupa şehirleri, Türkiye ile veya Sosyal Marksistlerin işgalini yaşamış bir kısım Asya şehirleriyle asla karşılaştırılamaz.
Avrupa’nın, Kuzey Kutbu’na daha yakın yerlerinde uzamaya başlayan günler ve o günleri nurlandıran güneşler de buradaki “dirilişi” farklılaştırıyor. Soğuktan, karanlıktan, kasavetten ve cansızlıktan kaçan bir kıtanın “diriliş” sahnelerine; en heyecanlı ve çekici sinema filmlerinden daha cazip olduğuna bir kez daha şahit olduğumuz bu manzaraları, şu can sıkıcı üslubumuzla ne kadar tasvir edebiliriz ki…