Otuz sene önce; kendisini muhteşem ve korunaklı gür bir ormanda güneşi yakalamaya çalışan genç ağaçlar gibi hissediyordu, kuşağımız.
Çevremizdekilerin ihtişamlı ve cazibedar görünmeleri, nazarları bizden uzaklaştırmış ve arzumuzca şûh ve mestane yaşıyorduk. Biz mi tepeye çıktık, yoksa yamaçlardakiler mi seyrekleşerek bize geldiler, bilemiyoruz. Bildiğimiz hakikat, gür ormanın seyrekleşerek bizi çok uzak ufuklarla tanıştırdığı bugünümüzün hâli… Dünün semaya ser çeken iç içe nihalleri, seyrelmiş alana yayılmış koca gövdelere dönüştüğünde, neslimiz, kendisini alazda bulmuşçasına, yaklaşmakta olan şitanın rüzgârlarına dayanmaya çalışıyor.
Fazla değil, belki birkaç sene önce “bizim kuşak” dediğimizde, ömürlerinin kemaline tırmananları kastediyorduk. Yetmişindekilerden kendimizi hayli ırak zannederdik. Yeni Asya’nın şairi ve Avrupa gurbetinin köşe yazarı Mikail Yaprak Ağabeyin, Bursa Nilüfer Camii’ndeki cenaze namazında, hissiyatımın ve hayallerimin beni aldattıklarını hissettim. Neslimizdekilerin her birisinin, peşi sıra, yarım asrı geçkin Kur’ân-iman hizmetiyle hazanlarını yarıladıklarına şahit oldum.
Bereketli bir ömür… 1967 senesinin ortaöğrenim talebelerinin Mikail Ağabeye duaya durdukları saflarda, saçlarının sakallarıyla tutuşmuş hâllerini görseydiniz, kimleri tasvir etmeye çalıştığımı daha rahat anlardınız. Bilâl Yaprak’ın İttihad gazetesindeki şiirlerine aşina olan ve sonraki yıllarda ona yol arkadaşlığı yapmış Nur’un kahramanları, yoldaşlarını; ebedî âlemde de muhabbetlerine devam edeceğine inandığımız berzah kapısına kadar uğurladılar.
Ebedî vuslat için rıhleti tercih ederek, firaklarıyla dostlarına muvakkaten hirkati yaşatanların arkasından yazılanlar ve söylenenler, elbette hayırlı dualara dönüşür. Ve onların yakınlarının şehadetleri, hatıraları ve beyanları çok önemlidir. Bazen, eşinin, çocuklarının ve karındaşının bilmedikleri tarihî anekdotlar ve hadiseler bu aradan doğabilirler. Doğru tarihi araştıranlar, hem gazetelere, hem de tezekkür niyetiyle neşredilen eserlere büyük önem verirler. Bu çerçevede, biz Avrupa’daki dava arkadaşlarının Mikail Ağabey hakkındaki şehadetleri, Mikail Bilâl Yaprak’ı yakından tanımak isteyenler için önemlidir.
Mesleğinin (Almanca öğretmenliği) gereği olarak Avusturya’daki Türk ailelerin çocuklarına ana dil ve din dersleri için Linz’e gönderildiğini, bizatihi kendisinden öğrenmiştim. Aynı üniversiteden ve fakülteden mezun olduğumuz ağabeyimizin, Avusturya’ya ilk gelişindeki davetine, can-ı gönülden Kölnlü ve Düsseldorflu gençlerle “Lebbeyk” demiştik. Caminin meşrutasının bir odasında, Nur’a sevdalanmış birkaç genç ve gayretini tebrik eden bir-iki öğretmenle Avusturya’nın ilk Nur dersine katılmıştık.
Onun, son nefesine kadar, 12 Mart zelzelesine, 12 Eylül tufanlarına ve günümüzdeki dehşetli süreçte cemaate musallat fitnelere, üzerimizde ağırlaştırılmış hipnozlara ve tüm nifak hareketlerine rağmen cemaatinin şahs-ı manevîsi içinde bulunması, elbette muhakemesindeki istikrarını gösterir. Fakat yakın çevresinde onunla koşuşturanlara sorsaydınız, onun kalp dünyasının akıl dünyasından daha zengin olduğunu öğrenecektiniz.
Kur’ân davasını hayatının ilk gayesi yaptığı günden, tâ vazife başında iken gelen davetiyeye kadar daima küllî düşünen, Nur davasının her cihetini ve coğrafyasını bütünlük içindeki telâkkisiyle Mikail Ağabey, Avrupa’nın her köşesindeki hizmetten manen kendisini sorumlu tutardı. İsveç’teki medresemizin tesisine ve açılışına davet ettiğimiz soğuk kış gününün menfî şartlarına aldırmaksızın bizimle Stockholm’a gelmişti. Buradaki hizmetler kendisini heyecanlandırmıştı.
Altmış seneye yakın olan manevî cihadında, istikametinden milim şaşırmadan, heyecanından kayba uğramadan, çevresine şevk dağıtan, iç dünyasındaki sıkıntılarını dostlarına aksettirmeden nezihane bir ömrü yaşamak, başlı başına Allah’ın bir lütfu değil mi? Kendi aşireti, sülalesi ve akrabaları içindeki yüzlerce kişinin Nur’u bulmasına vesile olmanın ayrıcalığını, varın siz düşünün… İnanıyoruz ki “Yapraklar hanedanı” içinde, Mikail Ağabeyin taşıdığı Kur’ân ve iman sancağını (Yeni Asya içinde) kendisinden sonra dalgalandıracaklar onlarcadır, belki de yüzlercedir. Bir tohumun toprak altına girdikten sonra binlerce habbe verdiğini her zaman görüyoruz, mısır ve koçanları misali. İnşaallah Mikail Ağabey de; hem Yapraklar sülalesinde, hem Küresin aşiretinde ve hem de Üstadımızın vatanı sayılan Van’da binlerce fedakâr ve müstakim dava adamları olarak tekrar hayat bulacaktır. Tıpkı Avusturya’da kardeşlerle tesis ettirdikleri şahs-ı manevî gibi…
Mikail Ağabey Van’a düşkündü. 2008’in yaz tatilinde geleneksel Van Mevlidi vesilesiyle onun davetine icabet etmiştim. Horhor’dan Tağ’a, Nurs’a, Geyda’ya ve Hizan’a birlikte seyahat etmiştik. Cemaatimizin misafir olarak rahat edebileceği bir mekânın Üstadımızın şehrinde olmayışı, onu da diğer Vanlılar gibi, bugünkü medresemizin arayışına sevk etmişti. Yine Yapraklar sülalesinden Ahmet Yaprak ve diğer Vanlılar ile bu işe öncü olmuşlardı. Mikail Ağabeyin yardım çağrısının yankısı, Melbourne’den Paris’e kadar gurbeti de sarınca, Anadolu’nun himmeti de dalgalandı. Cemaatimizin maddî-manevî desteği ve Rabbimizin inayetiyle kısa bir zamanda, beş katlı medresemizin inşaatı ve tefrişatı tamamlanmış ve Van cemaatimiz 2024 Mevlidi’nde misafirlerini medreselerinde ağırlamıştı.
2025 (1446) Ramazan-ı Şerif Bayramını bizimle değil, çok sevdiği kıymetlileriyle yapmasını uygun gören Rabbimiz’den Mikail Ağabeye rahmetler dileyerek, şimdilik noktalayalım.