"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

İnsan hakları, insanlığın ortak vicdanıdır

24 Nisan 2025, Perşembe 09:32
Ahmed Said Aydil, insan hakları kavramının tarihÎ gelişimini ve Batı’nın çifte standartlı yaklaşımını ele alarak, “İnsan hakları geçici değil, insanlığın ortak vicdanıdır” dedi.

Fatih Batur - Furkan Kösmene - ANKARA

Risale-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesi’nin “Devlet ve Demokrasi” temalı seminer serisinin geçtiğimiz haftalardaki misafiri, Almanya’da İnsan Hakları alanında doktora çalışmalarını sürdüren ve aynı zamanda Yeni Asya gazetesinde Birinci Avrupa Köşesi’nde yazıları yayımlanan Ahmed Said Aydil oldu. Aydil, “İnsan Hakları: Bir Norm mu, Yoksa Bir Jeopolitik Araç mı?” başlıklı sunumunda, insan hakları kavramının tarihî gelişimini, İslâm medeniyetindeki karşılığını ve Batı’nın bu kavramı nasıl araç hâline getirdiğini kapsamlı biçimde ele aldı.

Makasıd-ı Şeriat, insan haklarının temelidir

Modern insan hakları anlayışının yalnızca Batı’ya ait yeni bir fikir olmadığını vurgulayan Aydil, İslâm hukukunda Makasıd-ı Şeriat adıyla bilinen ilkelerin (can, din, akıl, nesil ve malın korunması) insan onurunun teminat altına alınmasında öncü olduğunu belirtti. Aydil, "İslâm âlimleri, devletin meşruiyetini bu temel hakları koruma sorumluluğuna bağlamıştı. Hz. Ömer’in “İnsanları anneleri hür doğurduğu hâlde ne zamandan beri köleleştirdiniz?” sözü de adalet, eşitlik ve insan onurunun dokunulmazlığına dair güçlü bir vurguydu. Benzer şekilde, 622 yılında Hz. Muhammed (asm) tarafından oluşturulan Medine Vesikası, farklı inanç gruplarının haklarını tanıyan yazılı bir hukuk metni olarak tarihte önemli bir yer tutuyor, Yahudîler ve diğer topluluklar, bu vesika sayesinde dinî hürriyetlerini koruyarak barış içinde yaşayabiliyordu" dedi.

Batı'da "insan hakları"nın gelişim süreci

Batı dünyasında da insan hakları fikrinin uzun bir tarihî gelişim sürecine sahip olduğuna dikkat çeken Aydil, "Antik Yunan’da Stoacılar, insan aklının ve doğasının eşitliği fikrini savunmuş, Roma hukukunda ise belirli bireysel haklar tanınmıştı. Orta Çağ’da Thomas Aquinas gibi düşünürler, doğal hukukun Tanrı’dan geldiğini ve yöneticilerin insan onurunu koruma yükümlülüğü olduğunu savunuyordu. Rönesans döneminde John Locke, her bireyin doğuştan “hayat, hürriyet ve mülkiyet” hakkına sahip olduğunu ileri sürerken, Rousseau ise devletin meşruiyetinin halkın rızasına dayanması gerektiğini savundu. Ancak bu fikirler, pratikte evrenselleştirilemedi. 

Avrupa'nın çifte standardı

Avrupa’da temel haklar fikri yükselirken, aynı dönemde sömürgeciliğin yaygınlaşmaya devam ettiğini hatırlatan Aydil, şunları söyledi: "Aydınlanma düşüncesi evrensel haklardan bahsederken, Batılı devletler başka kıtalarda milyonlarca insanın hürriyetini gasp eden sistemleri meşrulaştırdı. Avrupa’daki Yahudi azınlıklar, 18. ve 19. yüzyıllarda dahi toplumsal dışlanmaya, ayrımcılığa ve zaman zaman devlet destekli şiddete maruz kaldı. Avrupa devletleri, kendi vatandaşları için özgürlükçü düzenlemeler getirirken, sömürgelerinde ve nüfuz alanlarında baskıcı politikalar izlemeye devam etti. Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik “azınlık hakları” talepleri de bu yaklaşımın bir yansımasıydı. Avrupa devletleri, Osmanlı’daki Hristiyan toplulukları koruma bahanesiyle imparatorluk üzerinde sürekli baskı kurarken, kendi topraklarında ve sömürgelerinde benzer hak taleplerini görmezden geliyordu. Bu çifte standart, Batı’nın insan haklarını jeopolitik bir araç olarak kullanma eğiliminin erken örneklerinden biriydi."

İkinci Dünya Savaşı kırılma noktası oldu

Aydil’e göre, Milletler Cemiyeti’nin azınlık haklarına dair sınırlı yaklaşımı ve sömürgeleri kapsam dışı bırakması büyük bir çelişkiydi. İkinci Dünya Savaşı ise bu anlayışı kökten sarsmış, Nazi Almanyası ve Japonya’daki insanlık suçları, evrensel bir insan hakları sistemine olan ihtiyacı derinleştirmişti. Soğuk Savaş döneminde insan haklarının ABD ve Sovyetler arasında bir propaganda aracı olarak kullanıldığını ifade eden Aydil, Helsinki Nihai Senedi gibi girişimlerin yine de Doğu Avrupa’daki muhalefeti güçlendirdiğini ve insan haklarını mücadele aracı hâline getirdiğini söyledi. Soğuk Savaş sonrası dönemde ise insan haklarının, özellikle Batı’nın dış politik çıkarlarına uygun durumlarda öne çıkarıldığını belirten Aydil, Şili darbesi ve Güney Afrika’daki apartheid rejimi gibi örneklerle çifte standardın sürdüğünü vurguladı.

AİHM somut bir çerçeve sunuyor

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin önemli olduğunu ifade eden Aydil,  "AİHM gibi kurumlar, insan haklarını ulusal sınırların ötesine taşıyan hukukî mekanizmalar oluşturarak bu çerçevede istisnaî bir model sundu. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bağlayıcı niteliği, bireylerin devletlerine karşı uluslararası bir mahkemede hak aramasını mümkün kıldı. AİHM, askerî darbelerden etkilenen bireylerin haklarını koruma altına alarak, insan haklarının sadece bir söylem olarak değil, aynı zamanda somut bir hukukî çerçeve içinde de var olabileceğini gösterdi. Ancak, uluslararası toplumun bu tarz hukukî mekanizmalara verdiği destek günümüzde giderek azalıyor. Özellikle 20. Yüzyıl sonları ve 21. Yüzyıl, insan haklarının Batı tarafından nasıl uygulandığına dair küresel bir güvensizlik ortaya çıktı" diyerek 1995 Srebrenitsa Soykırımı'nda uluslararası toplumun yetersizliğine dikkat çekti.

Devletler jeopolitik çıkarlarını daha önde tutuyor

Günümüzde insan haklarının artık bir baskı aracı olarak kullanılmaktan çıkıp tamamen etkisiz hâle gelme riskiyle karşı karşıya olduğunu söyleyen Aydil, "2023’ten itibaren İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği sistematik saldırılar ve katliamlar, uluslararası hukukun Batı’nın müttefikleri söz konusu olduğunda nasıl işlevsiz hâle geldiğini bir kez daha ortaya koydu. Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail aleyhine açılan soykırım davasına rağmen, Batılı devletler bu suçları görmezden gelerek İsrail’e destek vermeye devam etti. Aynı zamanda, Batı’nın Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısına karşı gösterdiği sert tepkiyle, Filistin’deki savaş suçlarına karşı sergilediği sessizlik arasındaki keskin fark, insan haklarının artık inandırıcılığını yitirdiğini gösteriyor. Bugün birçok devlet, insan haklarını bir öncelik olarak görmektense, güvenliği, otoriteyi ve jeopolitik çıkarlarını öncelemeye başladı" dedi.

Evrensel değerler tarihin akışında yok olmayacak

Aydil sözlerini şu şekilde tamamladı: "Bütün bu gelişmeler, uluslararası sistemin insan hakları temelinde kurulu bir düzen olmaktan çıkıp, yalnızca gücün belirleyici olduğu, ilkesiz ve vahşî bir sisteme doğru kaydığını gösteriyor. Bazı okurlarımız bunun her zaman böyle olduğunu ve bu sisteme baştan beri inananların bir tür saflık yaptığını dile getirebilir. Onlara, “tamamen haksızsınız” da diyemeyiz. Yine de demokrasi ve insan hakları, tarihin akışında yok olup gidecek geçici kavramlar değil, insanlığın büyük bedeller ödeyerek ulaştığı evrensel değerlerdir. Güç oyunları ne kadar baskın olursa olsun, bu idealler; adaletin, vicdanın ve ortak insanlık mirasının ayrılmaz bir parçası olarak yaşamaya devam edecek."

Okunma Sayısı: 385
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı