Ülfet, şu muhteşem kâinat sarayında sergilenen ve her biri bir kudret mu’cizesi olan mükemmel sanat eserlerini üstünkörü bir nazarla geçiştirme, derinlemesine düşünmeme ve tefekkür etmeme hastalığıdır.
İnsanlar, alıştıkları ve doğru kabul edip şartlandıkları şeyleri kendilerince malum bilir ve gerçek zannederler. Hatta ülfet (kanıksama) dolayısıyla pek çok harikaları sıradan görüp, onlara ehemmiyet vermezler. Hâlbuki ülfetlerinden dolayı malum ve sıradan zannettikleri o şeyler, birer harika ve birer kudret mu’cizesi oldukları hâlde, ülfet sebebi ile onlar üzerinde düşünmezler.
Bunun içindir ki, Bediüzzaman Hazretleri “Maddiyata esbab hesabıyla bakılırsa cehalettir. Allah hesabıyla olursa, marifet-i İlâhiyedir” der.
Her varlığa sanat-ı İlâhî olarak bakmak, onlarda tecellî eden İlâhî isimleri okumaya çalışmak, bizim bakışımızı ve düşüncemizi ibadete cevirdiği gibi, her varlığa kendi cisminin üstünde çok yüce bir mevki kazandırır.
Sanatkâr hesabına bakılmadığı zaman ise, her varlık sıradanlaşır, ancak cismi ve cirmi kadar olur, her hadise mânâsızlaşır abes olur, sanatkâra ait bütün güzellikler ve kemalat gizlenerek varlığın kendisine verilmiş olur.
Sadece dünyamızı misal alırsak, dünyanın hazır hâli, yani güneş sistemindeki yeri, büyüklüğü, eğimi, güneşe olan uzaklığı gibi çok hususiyetleri, inançsız ilim adamlarının kâinat hakkındaki bu bilgileri onları cehaletten kurtarmaz. Üstelik bu bilgisizlikleri cehl-i mürekkeb sınıfına girer.(Bir şeyi bilmemek cehalettir. Bilmediğini bilmemek ise cehl-i mürekkebtir, kat kat cehalettir.) Zira hem eşya hakkında bilmeleri gereken hakikî ilimden mahrumdurlar, hem de bunun farkında değildirler. Kendi sahalarında birtakım şeyler bilmeleri onları cehaletten kurtarmaz. Bu bilgiler, ancak bu eserleri Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının birer aynası olarak görmesi şartıyla, insana büyük bir tefekkür ufku açar.
Çünkü, tesadüfe havalesi mümkün olmayan bu işler, İlâhî iradenin mükemmel ve kusursuz tercihinin bir sonucunda yaratılıyor.
Kur’ân-ı Kerîm’de, “Göklerde ve yerde Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren öyle deliller var ki! Onlar, bu delillerle sürekli iç içe, yan yana bulunurlar, fakat üzerinde hiç düşünmeden tam bir aldırmazlık içinde onlardan yüz çevirirler!”1 buyrulur.
Câmileri de, dükkânları da, evleri de, yolları da, Mimar Sinan’ın eseri olan ve böyle bir şehirde doğan, büyüyen bir insan, ya, her adımda Sinan’ı hatırlayacak, yahut ülfet dediğimiz alışkanlık ile bu harika eserleri hiç görmeden, tefekkür etmeden yaşayacak ve Sinan’dan gâfil olarak ömür tüketecektir.
Aynen bu misalde olduğu gibi, bu kâinat sarayında doğup, büyüyüp yaşayan bir insan, şu muhteşem kâinat sarayında sergilenen ve her biri bir kudret mu’cizesi olan mükemmel sanat eserlerini tefekkür ederek her an Allah’ı hatırlayacak, ya da ülfet dediğimiz alışkanlık sebebi ile birer kudret mu’cizesi olan sanat eserlerini düşünmeden, Allah’tan gafil olarak yaşayarak bir ömür tüketecektir.
İşte, “Bu sırra binaendir ki, Kur’ân âyetleriyle insanların nazarını me’-lufatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havariku’l-âdât mu’cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir.”2
Yani, Kur’ân-ı Kerîm, ülfet ettiğimiz şeylere ehemmiyetle dikkatimizi çeker. Semaların ve arzın terbiyesinden, insanın ana rahminde geçirdiği yolculuğa; devenin yaratılışından, arının ilhama mazhariyetine; gece ve gündüzden, insanların lisanlarına, renklerine kadar her şeye Allah namına baktırır.
Evet, netice olarak, kâinatta her bir şey, her bir hadise Cenab-ı Allah’ın varlığı ve birliği dahil, iman esaslarına açık birer delildir. Fakat bütün bunlarla sürekli bir arada ve iç içe yaşıyor olmamız, onların ne kadar harika olduğunu görmemize engel olmaktadır.
Dipnotlar:
1-) Yusuf Suresi: 105.
2-) Mesnevî-i Nuriye, Şemme.