Biz ne bedenimizin ne de malımızın hakiki malikiyiz.
Bütün bunlar bir ömür boyu bize emanet olarak verilmişlerdir ve onları yerinde kullanıp kullanmamaktan imtihan edilmekteyiz. Bizler bu kadar aciz ve fakir olduğumuz hâlde Güneş’ten Ay’a, denizlerden rüzgârlara, geceden gündüze, hayvanlardan bitkilere kadar nice şeyler bizim hizmetimize verilmiş. Öyleyse, insan kendisini Allah’ın (cc) bir kulu, bu kâinatı O’nun mülkü ve bütün varlık Âlemini Rabbinin onun hizmetine verdiği ordular olarak görmeli.
“Ey insan! Sen kendini kendine malik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin. O yük ağırdır; kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp levazımatını yerine getiremezsin. Öyle ise, beyhude ıztıraba düşüp azap çekme. Mülk başkasınındır.”1 Evet, insan şahsî kuvveti ile ne yediği gıdalardan bir tek alyuvar yapabilir ne aldığı nefesle kanını temizleyebilir. Ne saçının dökülmesini durdurabilir, ne de belinin bükülmesini durduramadığı gibi, ne ağaçlardan meyveleri, ne tarlalardan hububatı çıkarabilir. Ne geceyi götürmeye gücü yeter ne gündüzü getirmeye… Kışın gitmesini de baharın gelmesini de beklemekten başka yapacağı bir şey yoktur.
İşte bizde ve kâinatta bu sayılamayacak kadar çok işler birlikte görülüyor ve biz bunların hiçbirini kendi irade ve kudretimizle yapmıyoruz. Bu hakikat “Bizde bizden başkası tasarruf ediyor” cümlesi ile veciz bir şekilde ifade ediliyor. Malik-i Hakikî’yi bilmeyen biri ise, küfür ve gaflet perdesiyle, bu hakikatleri örter ve görmezlikten gelir. Bütün bu işlerin farkında olan bir mü’min ise, “Demek ki, Rabbim bana iltifat ediyor, ben O’nun misafiriyim, bu nimetler O’nun (cc) rahmetinden geliyor.” diye bilmekten aldığı manevî lezzet vardır. Bu ruh hâleti başlı başına bir saadettir. İnanmayan bir kişinin dünya zevkleri ve lezzetleri ise, nefsin tatmininden öteye gitmez.
Allah’ın eseri olma, O’nun (cc) mülkünde yaşama, O’nun (cc) nimetleriyle beslenme gibi ruhanî ve kalbî lezzetlerden mahrum kalır. Demek ki, “Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü kendisinin eser-i sanatı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lakîta olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da, insan almış değildir. Ancak o vücud hâvî olduğu garip sanat, acib nakışların şehadetiyle, bir Sâni-i Hakîm’in dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emaneten oturur.”2 Evet, insan, şu vücudunu kendisi yapmadığı ona miras kalmadığı gibi, yolda da bulmuş değildir. Buna göre geriye tek yol kalıyor: Bu vücut Allah’ın eseridir, bize emanet olarak verilmiştir.
Kul olduğunu, dün bir damla su iken Allah’ın (cc) terbiyesiyle insan hâline geldiğini, onun rahmetiyle “gören, işiten, düşünen, anlayan, inanan” biri ise, “havadan, sudan, mevsimlere, güneşe, aya kadar bütün bir âlemin onun emrine verildiğini, bunları kendi ilmi, iradesi ve kuvvetiyle yapmasının mümkün olmadığını” bilir. Ve böylelikle kendisini ve bütün bu varlıkları yaratan Allah’a (cc) kul olur, onun emirlerine uyar, yasaklarından hassasiyetle kaçınır. Bunun aksi ise, Âlemlerin Rabbine isyan ve hükümlerine karşı çıkmak gibi, aklın da vicdanın da kabul edemeyeceği bir hâldir.
Dipnotlar:
1- Yirminci Mektup, s. 267.
2- Mesnevî-i Nuriye, s. 78.