Burada “Şûrâ’dan maksat “Meclis”tir; Ömer’den maksat da “Reis”, yani “Devlet Başkanı”dır.
Hem “Halife-i mü’minin”, hem de “Reisicumhur” makamını birlikte deruhte eden Hz. Ömer (ra) zamanında Kuzey Afrika’daki Berberi kabilelerinden sevindirici bir teklif gelir. Adâlet timsali Hz. Ömer’e bildirilen teklifin mahiyeti özet olarak şudur:
- Kabile ve toplum olarak biz de müsalemetle (yani, savaşmadan; barış içinde) İslâmiyete dahil olmak istiyoruz. Yaşadığımız bölgeyi de İslâm coğrafyasına dahil buyurunuz.
Hz. Ömer, bu sevindirici teklife karşı yine de re’sen karar vermez. Yani, kendi başına yetki kullanma cihetine gitmez. Teklifin olduğu gibi “İslâm Şûrâsı”nda görüşülmesini temin eder.
Mesele Şûrâ’da-Meclis’te lâyık-ı veçhiyle görüşüldükten sonra, şu manada bir karar alınır: İslâmiyetin henüz yeterince bilinmediği ve yaşanmadığı bu gibi yerlerin İslâm devletine-hükümetine dahil edilmesi münasip değil. İlk etapta, o Berberî toplumuna tebliğ ve irşad heyetleri gönderilmeli. Onlara doğru İslâmiyet anlatılmalı. Din-i İslâmın nasıl yaşandığı onlara bilfiil gösterilmeli. Bu safhadan sonra, şayet kendileri de İslâmiyeti nefislerinde bilerek ve isteyerek yaşayacak olurlarsa, o zaman onlar da İslâm beldesi olarak kabul edilebilir.
Evet, koca Afrika kıt’asının İslâmlaşması, tarih boyunca genellikle bu sûretle olmuştur. Oralarda Pers-İran’da olduğu gibi bir mukavemet, yahut Bizans’ta olduğu gibi herhangi bir cebir-şiddet-savaş tarzında bir hâl-vaziyet yaşanmamış.
Bu arada şunu da hatırlatalım ki: İslâm tarihi boyunca yaşanan savaşlarda, ekseriyetle saldırı ve bozgunculuk karşı taraftan gelmiştir. Küffardan gelen taarruz ve bozgunculuktan sonra, Müslümanlar müdafaa vaziyetinde kalmış; zaman zaman da ileri harekâtla fetihler müyesser olmuştur.
Meselâ, ilk büyük taarruz Mekke müşriklerinden gelmiştir. Mekke’de yola çıkan müşrik ordusu, tâ 480 km’lik çölü aşarak Medine’ye saldırmıştır. Adına “Hendek Savaşı” denilen hadise, Medine’de cereyan etmiş. Peygamber (asm) ordusu, Medine’nin etrafına hendekler kazarak saldırganların hızını kesmiştir.
Kezâ, ilk bozgunculuk hadisesi de yine müşrikler tarafında vuku bulmuştur. Müşrikler, Hudeybiye Antlaşmasının şartlarını ihlâl ederek bozgunculuk yaptılar. Cezaya müstehak oldular. İşledikleri hatanın cezası, yani onlara verilen cevabın neticesi Mekke’nin Fethi olmuştur.
Evet, insanlık tarihinin en güzel, en ibretlik, en örneklik teşkil eden fethi Mekke’nin Fethidir. Sözünde duran ve doğruluktan hiç ayrılmayan Müslümanlar, Allah tarafından böylesine muazzam bir fetih ile mukâfatlandırılmışlardır. Nitekim, daha sonraki fetihlerde de mümkün olduğunca Mekke’nin Fethi örnek alınmaya çalışılmıştır. Ona uyulduğu oranda o fetih haklı, köklü ve uzun ömürlü olmuştur. Yeterince uyulmadığı durumlarda ise, yapılan fethin ömrü kısa sürmüştür.
«
İslâm’ın ruhuna uygun olan kaide şudur: “Hatalar, günahlar, fenalıklar başa; sevap, hasenat ve iyilikler cemaate verilir.” Risale-i Nur’da, bu manayı ders veren pek müessir bahisler var.
Esasen, en başta nazara verdiğimiz gibi “Asr-ı Saadet”te tatbik edilen usûl de böyledir. Yani, yetkiler Şûrâ-yı İslâm’da, sorumlukluk ise Halifede, Reisicumhurda. Nitekim, “Kenar-ı Dicle’de bir kurt bir koyunu yese”, hesabı Ömer’den (ra) sorulurdu.
İşte, asıl ders ve ibret alınacak nokta tam da burasıdır: Hem yetki sahibi, hem de fetihler, iyilikler, hasenatların mal edilecek makam-merci heyet, cemaat, meclis, şûra iken, sorumluluk ile beraber hatalar, kusurlar, fenalıklar ise başa verilir. Tâ ki, birinci şıkta sevaplar birden bine çıksın ve ikinci şıkta olduğu gibi fenalıklar binden bire insinsin.
Lâkin, ne acıdır ki, bilhassa zamanımızda bu makbul âdetin tam tersi yönde hareket ediliyor: İyilikler, sevaplar, muvaffakiyetler şahıslara, reislere, liderlere peşkeş edilirken, hatalar, kusurlar, günahlar ya dış güçlere, ya içerdeki muhaliflere, ya da tabandaki fedakârlara fatura edilmeye çalışılıyor. Fesubhanallahilazim.
Ey insanlar! Henüz hayatta iken uyanınız ve olan-bitenden ibret alınız. Reis'in hakkını Reis'e, Meclis'in hakkını Meclis'e veriniz. Yarın çok geç olabilir.