Ey nefis! Ubudiyet, mukaddime-i mükâfat-ı lâhika değil belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyetle muvazzafız.1
Evet, yaptığımız ibadetler gelecekte bize verilecek mükâfatlar için değil, geçmiş nimetlerin şükrüdür denildikten sonra geçmişte verilen nimetler ise şu şekilde sıralanıyor. Mesela, Allah insanı yoklukta bırakmayıp, varlık nimetine kavuşturmuştur. Bu, nimetlerin en büyüğüdür. Yine varlık içinde cansız ve camid bırakmayıp, hayat nimetini vermiş ve ruh ihsan etmiştir. Sonra akıl ve şuur nimetini ihsan etmiş, insaniyet nimetini bahşetmiştir. Sonra da “insaniyeti kübra olan” İslamiyet nimeti ile şereflendirmiş, iman ve hidayeti lütfetmiştir. Bu sayılan bütün nimetler sabık nimetler yani geçmişte verilmiş nimetlerdir. Hepsi şükür ve ibadet isterler.
İnsanın yaptığı bütün ibadetler bu külli nimetlerin birinin dahi şükrüne yetmez ki, bunlarla cenneti kazanabilsin. Demek ki, biz ücretimizi peşin almışız. Ubudiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif bir hizmetle mükellefiz. “Hizmet ve amelden sonra verilen nimetler mahza onun fazlındandır.” Bu hakikat dersiyle de, cennetin ibadetle kazanılamayacağı, o ebedî saadet diyarına ancak Allah’ın fazlı ve keremi ile girileceği harika bir şekilde ispat edilmiş oluyor.
Burada ayrıca akla gelen iki ayrı sualinde cevabı da verilmiş oluyor. Birinci sual ehli dünyadan geliyor. Deniliyor ki, “Allah’ın(cc) bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?” Evet, bu sualin cevabı olarak İhlâs sûresinde, Allah’ın Samed, yâni “Her şey Ona muhtaç; O’nun ise hiçbir şeye muhtaç olmadığı dersi verilir. Ana rahminde bize ayaklar takıldı, burada yürüyelim diye. Mide takıldı, gıdalarla beslenelim diye. Göz takıldı, eşyayı görelim diye. Bütün bunlara muhtaç olan biziz. Allah’ın bize böyle ihsanlarda bulunmaya ne ihtiyacı olabilir? Evet, Allah zatı itibari ile hiçbir şeye muhtaç değil. Allah’ın bir ismi Muhyi dir. Hayat vermeyi iktiza eder. Yine başka bir ismi Rezzaktır rızık vermeyi iktiza eder. Bize bakan yönü ise, bir sultanın ziyafetine davetli iki arkadaştan biri diğerine, ziyafetten çıkarken ‘neden sultana bir teşekkür etmedin?’ sualine mukabil, “O’nun benim teşekkürüne ne ihtiyacı var?” cevabına benzer. Evet, O’nun ihtiyacı yok. Fakat bu bizim insani ve vicdani vazifemiz olduğu gibi, bize verilen nimetler şükür ister.
Diğer bir soru ise, ehli iman olup namaz kılanlardan geliyor. Deniliyor ki, “Namazımızı kılıyor ama bir türlü dünyevi işlerimiz yolunda gitmiyor.” Bu sorunun cevabı olarak da, Allah’ın Kâinatta iki türlü şeriat vardır. Birisi, kelam sıfatından gelen; vahiy ve peygamberler vasıtası ile insanlığa gönderilen dinlerdir. Dinler, insanların ibadet ve içtimaî hayatlarını tanzim eden semavî emir ve yasaklardır. Diğer şeriat ise, Allah’ın irade ve kudret sıfatından gelen tekvinî şeriattır. Mesela, suyun kaldırma kanunu, yerin çekim kuvveti, soğuğun üşütmesi, çalışmanın muvaffakiyet getirmesi, tembelliğin sefalet ve fakirlik getirmesi gibi kanunları sünnetullahtır, kevnî şeriattır. Bu sünnetullah kanunlarına uymayanlar ise peşinen cezasını bu dünyada çekerler.
Demek ki, Allah her iki âlemde de saadeti ancak her iki şeriata sarılana veriyor. Bu yüzden kevnî şeriatı görmeyip sadece İslam şeriatı ile hareket eden ve dünya hayatında zayıf ve fakir düşmüş Müslümanlara bakıp da kabahati İslam dinine fatura etmek ise bir cehalettir.
Dipnotlar:
1- Yirmidördüncü söz, Beşinci dal, İkinci Meyve