O yıllarda kendi evimiz yoktu. Kiralık evlerde oturuyorduk.
Bulunduğumuz Üreğil mahallesindeki evden, mecburî olarak bir başka eve taşınmamız gerekti. Fakat, doğru dürüst bir ev bulamadık. Olsa bile, onlarda oturmak bizim için -tıpkı bu yıllarda olduğu gibi- zordu ve zaten buna imkânımız da dardı.
Uluslararası evden eve taşımacılık yapan bir nakliyat şirketinde marangoz olarak çalışan baş tacımız babamız, Ankara’nın banliyölerinden Kayaş’tan bir durak önce olan Köstence’den bir gecekondu ev buldu ve taşındık.
Ev, oturduğu zemin itibariyle, -aşağıdan bakılınca- yar denilebilecek yükseklikte ve Köstence tren istasyonunun tam karşısındaydı.
Kayaş-Sincan arasında toplu taşıma, o günün en kapsamlı vasıtası olan buharlı banliyö trenleriyle yapılıyordu. Bu trenlerin “çuf çuf”ları, kalkış düdükleri; kondüktörlerin bağırış çağırış seslenişlerinden başka, düdükle işaretleşmeleri ortalığı velveleye veriyordu âdeta.
Sabah işe gidiş, akşamları da işten dönüş saatleri, ulaşımda, oldukça izdiham yaşanıyordu. O kadar ki, son durağı Kayaş’a gitmek üzere sefer hâlindeki buharlı banliyö treni, Yenişehir istasyonundan kalktıktan sonra hızı, Kurtuluş istasyonuna yaklaşırken neredeyse durma raddesinde yavaşlardı.
Hareket hâlindeki trene koşarak inip binmeyi marifet sayan sözüm ona o günlerin bir kısım bıçkın ya da haylaz denebilecek gençleri hayatî tehlike unsuru oluyor, ciddî problem meydana getiriyor; hatta bu tehlikenin acı sonuçları, zaman zaman da yaşanıyordu. Bu kimselerin, her duruş kalkışta vagondan vagona geçerek biletsiz gitmeye çalışmaları ise, işin hoş olmayan bir başka yönü!
Kayaş-Sincan hattında çalışan bu banliyö trenlerinde görev yapan minyon tipli, kısa boylu, gözlüklü ve dahası; çok nazik, çok merhametli bir kondüktör vardı. İsmini hatırlayamıyorum; ama onun, ince sesiyle, “Kalıyorsunuz canım, kalıyorsunuz” diye seslenişini ve yerdeki yolcuyu trene yetişmeye davet edişini hiç unutmuyorum.
Bazen Köstence’den Kayaş’a gidip gelirken, ara sıra traverslerden hoplaya zıplaya, şaka şamata yürüdüğümüzü de…
Nitekim bu traverslerde yürüme esnasında, ters istikamette seyreden ve arkasından gelen treni göremeyip hayatını raylar üzerinde vefat eden terütaze İbrahim, bizim için, eskimeyen bir hicran. Bu da işin dramatik yönü!
Buharlı lokomotiflerin çektiği banliyö trenlerinden başka; Doğu Bölgesine sefer yapan yolcu trenleri, o da yetmez; bir de marşandizler, yani yük trenleri vardı bu hatta çalışan.
Duraklardan transit geçip, sadece istasyonlarda duran bu trenlerin demir raylara süratle sürtünen demir tekerlerinin çıkardığı metal sesler ve tiz düdük seslerinin gecesi gündüzü yoktu.
Anadolu topraklarında, ilki, 1856 yılında inşa edilen demir yollarda seyreden ulaşım araçlarının kendileri gibi, tekerleri de demir olur elbette. Bunun için, bu yollara, “Demiryolu” denilmiş.
Velhâsıl:
Bu eve taşınırken, gece gündüz art arda gelen giden trenlerin çıkaracağı sesten endişe ediyorduk. Fakat, pek de öyle olmadı. Geçen zaman içinde bu duruma alıştık. Hatta, bu evde, mutlu anlar yaşadık.
“Trenlerin çıkardığı sesler, bize ninni gibi geliyordu” desem, belki mübalağa etmiş olurum; ama bu seslerden dolayı, uykusuzluk çekmedik.
Gönül razı olunca, istasyonla komşuluk, bize seyran olmuştu.
İstesek de, istemesek de…