Düşünce, insanla birlikte vardı.
Düşünmek ise düşünenle beraber..
“Salt Felsefe” Eski Yunan’la başlamıştı.
Öncesi ise; Eski Mısır, Mezopotamya, Sümer, Hint ve Çin ve İran
Pek hesaba katılmamıştı..
Dinî ve Dinî Olmayan diye ikiye ayrılmıştı..
Salt Felsefe ise; “Akıl”dan kaynamış; taşmıştı..
Eski Yunan, Putperest idi; Semâvî- İlâhî bir dinle bağlı değildi.
Yalnız, Ticaret Yolları üzerinde idi; Refah Düzeyi yüksekti..
Hep düşünmüş, merak etmişimdir:
“Neden, sanat, hem de felsefe, hep refah düzeyi yüksek toplumlarda gelişmiş?” diye.
Eski Yunan, her halde bunun en güzel cevabıydı..
Öyle Ya!
Ekonomiden, para kazanmaktan, geçim derdinden başka bir şeyi düşünemeyen bir toplum, felsefe-sanat üretemezdi..
Olsa olsa “Homoeconomicus”ları üretirdi..
Günümüzdeki örnekleri gibi…
***
Felsefe’nin bir amacı vardı.
Onun için de bazı bölümlere ayrılmıştı:
Varlık Bilimi (Ontoloji), Bilgi Bilimi (Epistomoloji), Etik (Ahlâk) ve Estetik (Güzellik) diye.
Felsefe, kâinatı ve varlığı (kozmosu) “bir bütün olarak” kavrama ve açıklama peşindeydi.
“Sınırlı Bir Varlık”; Akıl ile, “Sınırsız Bir Varlığı” kavrama, açıklama çabası…
***
Her insan, “farklı” yaratılmıştı..
Kâbiliyetleri, meyilleri, arzuları, beklentileri, kaygıları, korkuları, sevdikleri, nefret ettikleri..
Hepsi “farklı”ydı..
Onun için de “ayrı” bir dünyası vardı.
***
“İnsanlar adedince” dünyalar..
Dünyalar sayısınca, “Varlığı” algılama, hem de anlama biçimleri..
İşte, Felsefî Akımların çıkış noktası..
İdealizm, Materyalizm, Realizm, Rasyonalizm, Septisizm, Spiritüalizm, Entüisyonizm (Sezgicilik) Kritisizm, Sansüalizm, Ampirizm, Pozitivizm, Analitik Felsefe, Egzistansiyalizm, Fenomenoloji ve diğerleri..
Ve, Filozoflar sayısınca, “Varlığı” kavrama, anlama ve de anlatma biçimleri..
Sanki, “Beşerin zihni bin parça” edilmişti..
Hep, -e göreler; sana, bana, şuna, buna, ona göreler..
“Mutlak Hakikat”in anlaşılmazlığı…
***
Neyin var olduğuna; hangi şeyin bilinebileceğine ve ne kadar bilinebileceğine; iyi ile kötünün, ahlâkî olanla olmayanın; güzel ile çirkinin “ayrım”ına kim karar verecekti?...
Bir fikir kargaşası, bir düşünce kaosu..
“Değerler” anarşisi…
***
Her Filozof, sistemini, diğerinin “yokluğu” üzerine kuruyor, “Kardeş’inden kaçıp, aleyhinde dâvâ açıyor”du…
“Ortak” bir “Değer”de, bir “anlayış”ta ve de “anlatış”ta birleşmek; pek mümkün olmuyordu..
Yoksa, “zevkler ve renkler tartışılmaz; sonra, vardır her yiğidin bir yoğurt yiyişi” gibisinden bir “kolaycılık”la işin içinden çıkılabilir miydi!?...
***
Hâlbuki; insan, “Sosyal” bir varlıktı; diğer insanlarla “birlikteliği” vardı..
Yalnız yaşayamazdı..
Bir “Toplum Düzeni” olacaktı…
***
“Akl”a dayalı Felsefe, kulağını vahye, semâvî olana ve Kur’ân’a kapamıştı.”
Her şeye “çâre” olacağını sanmıştı..
Yanılmıştı; yanıltmıştı…
***
Onu, bu yola, bu “yanlış”a sevk eden; “Ene”nin takıntısı, “Ego”nun beğentisi, belki de bir “zevkin” buluntusu, Şeytan’ın fısıltısı, Hevâ’nın görüntüsü..
Ya da nefsinin sıkıntısı, rûhun da boğuntusu, meşgûliyet dürtüsü..
Her halde; bir çıkış, bir kurtuluş umudu; “kul” olmaktan, “kulluk”tan..
Bir “kaçış” belirtisi; “abd” olmaktan, “abdiyet”ten, “Mâbûd”tan…
***
Ve, Felsefe, insanlığın önüne, “cevaplar”dan çok “sorular” bırakmıştı..
“Nasıl”lardan ziyade “Niçin”ler, “Neden”ler…
***
Bir de, “insan”lığın önünde, en az, “varlığın” problemi kadar, “yokluğun” o müthiş şiddetli sancısı, rûhun “ebed” arzusu, sonsuzluk sıkıntısı, vazgeçilmez tutkusu…
***
“Ölüm” neydi; ve sonrası?!...
Felsefe, bir “çâre”, bir “çözüm” koymamıştı..
Sadece “sorular” bırakmıştı..
Öyle ya!
Cevabını vermeseniz, bilmeseniz de “soru sormak” asıldı…