Soma ne çabuk unutuldu.
“Yüz karası değil kömür karası/Böyle kazanılır ekmek parası” diyerek alın teriyle helâl ekmek peşinde yerin altında can veren 301 masum… Türkiye’de madencilerin tehlikeli şartlar altında çalışmasından dolayı faciadan bir yıl önce başlayan protestolar neticesinde Meclis’e gelen madenlerdeki ölümlerin ve güvenliğinin araştırılması teklifini, faciadan yaklaşık bir ay önce iktidarın oylarıyla reddeden TBMM suçlu olamazdı! Suçlunun onu temsil eden bürokratlarının olamayacağı, faciayı protesto eden bir vatandaşı tekmeleyen ve “Ayağım incindi” diyerek rapor alan devlet görevlisinin fiilî cevabıyla çabucak anlaşılmıştı. Cebi şişkin, yüzü pişkin maden sahipleri de, madenleri denetlemekle yükümlü kurum ve kişiler de suçlu olamazdı! İşin risklerini bilerek çalışmayı kabul edenler her ay maaşlarını tıkır tıkır alıyorlardı ya… Göçük, işin “fıtratında” vardı.
Türkiye zaten fay hattındaydı, coğrafya kaderdi. 6 Şubat depremleriyle binlerce kişi, canlarına gelen musibetle şehadet mertebesine yükselirken suçlu aramaya ne gerek vardı. İmar yasası, deprem yönetmeliği, yapı denetim mekanizmaları… Her şey yerli yerindeydi, kitabına uygundu. Tarım arazileri imara açılır, imar barışıyla mezar evlere ruhsatlar verilir, müteahhitlerin cebi dolardı. Sonra, “yeryüzü neye kızdıysa,” sarsılıverdi. Yapacak bir şey yoktu. O büyüklükte bir depremin yıkıcı sonuçlarının önüne geçmeye hangi fânînin, hangi kanunun gücü yetebilirdi?
Birkaç ay önce, insan hakları perspektifinden 6 Şubat depremlerinin değerlendirildiği bir panelde konuşan TBB Genel Sekreteri Avukat Veli Küçük “Devletin kurumları eliyle gerekli tedbirleri almaması ve rant hırsı uğruna, yönetmelik ve kuralların uygulanmaması sonucu vatandaşların yaşamını kaybetmesi, ‘kader’ olarak değerlendirilemez” dese de ölenler kaderin cilvesini temsil ediyordu. Kimse suçu kabullenmedi, kader planı karşısında kim ne yapabilirdi ki? Kimse suçu üstlenmedi, kimse de sorgulamadı; çöken binaların altından hukuk, adalet ve liyakatin nasıl kaldığını, söz konusu para olduğunda vicdanın esamesinin nasıl okunmadığını?
Türkiye’nin en pahalı otellerinden biriydi. Yangın akla gelebilecek en son şeydi. “Pahalı”nın birkaç tık üstü fiyatla pazarlanan otelde trajediye dönüşecek bir ihmal düşünülebilir miydi? İhmalin, kusurun, eksikliğin, yetersizliğin adı yangın oldu, 78 canı alıverdi. Adeta cennetin bir köşesinde kurulmuş bir otelde, karne sevincini ailesiyle yaşamak için gelmiş çoğu çocuk onlarca kişi cehennemî bir ortamda hayatını kaybederken suçlu otel sahibi olabilir miydi? İşletme sahipleri, o kadar güçlü bir miras devralmışlardı ki, siyasî dostlukları sebebiyle kim onlara dokunabilirdi ki?
Oteli denetlemeye gelip gün boyunca otelin nimetlerinden yararlanarak beş yıldızlı bir günlük tatil sonrası evine dönen denetleme görevlileri ya da işletme ruhsatını verenler de suçlu olamazdı. Bir aksiliği, aksaklığı dile getirmek, güçlü siyasî ilişkilere sahip bir ailenin koskoca oteliyle ilgili eksikliklere dair rapor sunmak… Kimin haddineydi? Otel sahibinin dediği gibi, suçlu; aşçı, elektrik teknisyeni ve garsonlar olmalıydı.
İnsan hayatının ucuzluğu bazı değerlere yüklediğimiz anlamla orantılı olmalı. Liyakat, adalet, kanun hâkimiyetine verdiğiniz değer ve bunlara sahip çıkabilme gücünüz arttıkça “insan” daha değer kazanan ve öncelenen bir varlık hâline geliyor. Para, güç, iktidar gibi kavramların değer kazandığı alanlarda ise insan; yaşama hakkı da dahil olmak üzere tüm haklarının kolayca yok sayılabildiği güvensiz bir ortama, neredeyse ölenleri suçlu ilân edecek bir düzene mahkûm ediliveriyor.
Öyle bir düzende suçlu mu? Ara ki bulasın.