Selim Ali, rotasını kaybetmiş bir çağın çocukları mıyız? Yalanlar, yanlışlar, aldanışlar, aldatışlar öylesine akraba oldu ve sıradanlaştı ki…
Dünyaya “bulaşmazsan” dünya “güzel” aslında! Bir papatya saflığı, bir çocuk günahsızlığı yetmez miydi bize? İlle de mal, makam, şöhret deyince (bitmeyen) bir rekabet başladı. Bunlar da kabre kadar... O da ha bugün ha yarınlık... Çocuk bile olamadık yani.
Vakit de yok gibi... Dünya can çekişiyor. Kan kokan bir dünya; yaşamayı öğrenemeden ölüp gidecek diye bir his var içimde. Acı bir gülüşe mi benziyor (dünya) yoksa!
Yine de: “Peşine düştüm tüm ümitlerin./Baharların yani…/Yaşamak bir hıçkırık gibi tuttu;/Bırakmıyor yakamı./Kendimi topluyorum bir ân;/Birden dağılıyor bir yanım./Mecazî aşkların fırtınasında…/Savrulmanın acısı…/Her nefes hayat ve ölümle göz göze…/Uzalsa da kısalsa da ömür;/Neylersin dünya fânî…”
Selim Ali beni konuşturuyorsun da konuştukça kanıyor yaralarım. Bitmeyen emeller içimde mesken tutmuş. Susmama fırsat ver arada da acılarım sinsin, dinsin biraz.
Tapuların da tapulandığı bir dünyada konuşmak bile bir dert... Susmak da acı… Görünür ve görünmez ellerin örselediği bu hayata tutunmak da gün gün ayrı bir emek ve dikkat istiyor. Demek bu “istibdat/müdahale” taa öteden beri var ki… koca âşık bile çileden çıksa gerek: “Ya ben demeyim de öleyim mi!” diyen Yunus, bana karışma, diyerek hürriyetin en kolay ve en yumuşak tarifini yapıyor.
Sevdiğini ya da sevmediğini söylemek de cesarete muhtaç.
Birini susturmak onu yok saymak değilse ne! Hürriyeti hafife almak hem hafiflik hem de her türlü fakirliği davet etmektir.
Sözlükler, bizi katmayın bu işe, diyor.
Tarih, dönüp dönüp takvimlere bakıyor.
Lisede coğrafyadan niye zayıf aldığımı anladım; nereye bastığını, nerde durduğunu bilen de çok yokmuş meğer. Nasıl bulacaktım ben o haritayı o zaman?!
Gürültü, besteyi bastırıyor; o ahengi kaybettik. Tamam; hakikat susmaz da…ciddiyetine lâyık ağızlar arıyor, diyordu Bilgin Abi.
Ne yapalım, peki? Oturalım mı böyle? Dur durak bilmeyen hayatta oturmak da ne; mevsimlerin koluna girmeden, âlemin dilini dilimize tercüme etmeden gidemezdik.
Karaca’oğlan’dan ödünç bir mısra alalım o zaman. O, yollar tıkanınca ne yapmış? “Yollar çamur; kurusun da gidelim!” demiş. Öyle ya… her şeyin bir vakti var, var da… hayat rüzgârdan öte...
İşte bunun için Selim Ali, misafirlik çok yakışıyor insana. Oraya buraya bakma, ölücülere de tutunma; gülünç olma.
Bir hazırlığın var mı;
Gün batıyor.
Yükün çok ağır;
Buralı gibisin.
Bunlar senin değil;
Şunlar da...
Ellerin çok yaralı...
Emel yarası ellerin...
Neyi tutsan elinde kalmış.
Çok yanmış, çok aldanmışsın.
Sana misafirlik yakışır.
Yükünü bırak;
Yol uzun; yorulursun.
Gün batıyor;
Azığın, hazırlığın var mı?
Ben bakıyorum, üstümü başımı çırpıyorum da ziyandan öte bir şey yok. Bir yudum suyun, bir nefesin faturasını ödeyemem. Ne yapayım; sonsuz âcizliğime ve fakirliğime güveniyorum. Dünya hızla uzaklaşıyor benden. Sonsuz’a tutunmaktan başka bir yol yok ki.