Amerika’nın demokratik bir çöküşün başında olduğu, Trump’ın temsil ettiği Amerikan otoriterliğinin nasıl sonuçlar doğuracağı ve demokratik çöküşten sonra ne olacağı bugünlerde Amerikalı akademisyenlerin tartıştığı konulardan birisi. Bize ne, diyebilir miyiz?
Foreign Affairs’te 11 Şubat’ta yayımlanan Steven Levitsky ve Lucan A. Way’e ait bir makale, Trump’ın ikinci dönemi üzerinden Amerikan Otoriterliğine Giden Yol’u analiz ediyor. Makalede, Amerikan demokrasisinin modern tarihteki en büyük tehditlerden biriyle karşı karşıya olduğu iddia edilirken, Amerika’nın demokrasiden “rekabetçi otoriterliğe” geçiş yapmakta olduğu tezi savunulmakta. Makalede, Amerikan demokrasisinden otoriterliğe kayan yeni siyasî ortam, Macaristan, Venezuela, Türkiye ve El Salvador örnekleriyle karşılaştırılarak analiz ediliyor. Dünya genelindeki demokratik özgürlükleri değerlendiren Freedom House’nin ABD’nin demokrasi puanını 92’den 83’e düşürdüğü belirtilen makalede, bu verilerin ABD’yi Arjantin, Panama ve Romanya gibi ülkelerle aynı seviyeye getirdiği belirtiliyor.
Trump’un 2024 seçim kampanyasında seçimleri kazandığı takdirde rakiplerini yargılayacağını, eleştirel medyayı cezalandıracağını ve protestoları bastırmak için orduyu kullanacağını açıklayarak açıkça otoriter vaatlerde bulunması ve buna rağmen seçimi kazanması, Amerikan demokrasisi açısından bir tehdit olarak düşünülüyor.
Makalede, ABD’nin klasik bir diktatörlükten ziyade, rekabetçi otoriterlik denilen bir yönetim biçimine kayabileceği endişesi dile getiriliyor. Rekabetçi otoriterlik denilen modele göre seçimler ve çok partili sistem devam eder ancak iktidar, devlet kaynaklarını muhalefeti bastırmak için kullanır. Buna göre, seçimler hâlâ rekabetçi görünse de, iktidar seçim sürecini kendi lehine olacak şekilde düzenler.
Makaleye göre bu modelin belirgin adımlarından biri devlet kurumlarının siyasallaştırılmasıdır. Trump yönetimi, Adalet Bakanlığı, FBI, Vergi Dairesi (IRS) ve ordu gibi federal kurumları siyasallaştırabilir ve kamu çalışanlarının iş güvencesini ortadan kaldırarak binlerce kişiyi işten çıkarıp yerine sadık müttefiklerini getirebilir.
Muhalefetin bastırılması da Amerikan otoriterliğinin belirgin vasıflarından biri olacak gibi duruyor. Trump yönetimi, yalnızca siyasî rakiplerini değil, iş dünyasını, medyayı ve akademiyi de baskı altına almayı hedefliyor. Demokrat Parti bağışçılarının vergi incelemelerine tâbi tutulabilmesi ihtimaller arasında. Bununla birlikte cumhuriyetçilere muhalif duran sivil toplum kuruluşları ve şirketler de yasal kısıtlamalarla karşılaşabilir. Eleştirel medya kuruluşlarının da dava tehditleriyle susturulabileceği dile getirilen hususlar arasında. Bu riskleri gören büyük şirketlerin ve medya sahiplerinin, misillemeden korktukları için Trump’a destek vermeye başlaması, Meta (Facebook) ve Amazon gibi şirketlerin şirket politikalarını Trump’ın çıkarlarına uygun hâle getirme işaretlerini vermesi yeni tip otoriterliğe boyun eğiş anlamını taşıyor.
Tartışılan hususlardan bir diğer de, yargıya müdahale anlamı da taşıyan “Seçici Yargı Kullanımı.” Buna göre hükümet, muhaliflerine yönelik cezaî soruşturmalar açarak yargıyı bir silâh olarak kullanabilir. Baskıcı politikalara kapı aralayan otoriter uygulamaların geleneksel diktatörlüklerin aksine, rekabetçi otoriterliğin özelliklerini taşıdığı ve bunun mevcut Amerikan demokrasisini tehdit ettiği savunuluyor.
Sonuç olarak kritik bir dönemeçte olan Amerikan demokrasisinin Trump’ın ikinci dönemiyle birlikte büyük bir tehditle karşı karşıya olduğunun altı çiziliyor. Makalede, muhalif pek çok eleştirmenin—siyasetçiler, CEO’lar, gazeteciler ve aktivistler—çeşitli dava tehditlerinden ve malî yaptırımlardan kaçınmak için geri çekilebileceği de var sayılıyor. Bir tür “kendini kenara çekme” davranışının ise otoriter politikaların halk tarafından daha az sorgulanmasına neden olarak – “Bir millet cehâletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder”- sözünü hatırlatırcasına demokrasiyi daha da zayıflatabileceği dile getiriliyor ve cesur bir sivil muhalefetin demokrasi için önemine dikkat çekiliyor.