Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde 1925 Şubat’ında geniş çaplı bir ayaklanma olarak başlayan Şeyh Said İsyanı, sonuçları itibariyle bugün de tartışılan meselelerden biridir.
Takrir-i Sükun Kanunu çerçevesinde kurularak âdeta infaz kurullarına dönüştürülen İstiklâl Mahkemeleri aracılığıyla sert tedbirlerle birlikte idamlara başvurulması, bölgenin derin hafızasını travmatik bir şekilde etkilemiştir. Ayaklanma sonrası bölgede toplu sürgünlerin gerçekleştirilmesi, bugün de tartıştığımız meseleleri tetikleyen derin izler bırakmıştır.
Saltanat ve hilâfetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, şear-i İslâmiyeyi tahrip anlamını taşıyan, inkılaplar adı altında din-dışılığa yaslanan bir dizi uygulamanın başlatılması ayaklanmanın sebepleri arasında sayılmaktadır. Kanlı bir biçimde bastırılan bu ayaklanma sonrası ayaklanmaya katılan ya da katılmayan bir çok aile de yerinden yurdundan edilerek Batı’ya sürülmüştür.
Bediüzzaman Said Nursî de isyan sürecinde yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen ayaklanmaya destek verdiği gerekçesi ile Van’dan alınarak Burdur’a sürgüne yollananlar arasındadır. Hakikatte, Şeyh Said Bediüzzaman’a mektup yazarak destek istemiş, Bediüzzaman da bunu şiddetle reddederek bunun kardeş kanı dökmek anlamına gelen menfî bir hareket olduğunu söylemiş ve onun da vazgeçmesini istemiştir.
Ayaklanmaya destek aramak maksadıyla Bediüzzaman’ı ikna etmek için gelenlerden biri olan Kör Hüseyin Paşa’yı da “Kardeşi kardeşe mi kırdıracaksın” diye uyaran Bediüzzaman, onu getirdiği altınlarla birlikte geri göndermiştir. Bu tarihî gerçekliğe rağmen, ayaklanma ile ilişkilendirilerek haksız bir şekilde sürgüne tâbi tutulması karşısında Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu tavır, onun hem hizmet anlayışı, hem de devlet yaklaşımı üzerine önemli ipuçları sunmaktadır. Bununla birlikte bu ipuçlarının izlerini Eski Said döneminde de görmek mümkündür.
Pragmatik hareket, konjoktürel faydacılık, idare-i maslahatçılık, görmezden gelme ya da dolduruşa gelme gibi haller Bediüzzaman’ın tarihçe-i hayatında asla rastlayamayacağımız hallerdir. Bununla birlikte –ne olursa olsun- menfî hareket, devlet aleyhtarlığı ya da düşmanlığı da Bediüzzaman’da asla göremeyeceğimiz durumlardır. Kur’ânî prensiplere göre hareket etmeyi şiar edinen Bediüzzaman’ın ilkesel tavırları bugün de karşılaştığımız kaotik hadiseler karşısında bize yol göstericidir. Bediüzzaman’ın devlete nasıl bir anlam yüklediği, bir İslâm âlimi olarak devletle ilişkilerini hangi düzlemde ele aldığı ve dinî hizmet anlayışını din, devlet ve siyaset ilişkileri açısından nasıl biçimlendirdiğine dair vereceğimiz cevaplar, 31 Mart’tan 15 Temmuz’a kadar cereyan eden hadiseleri de nasıl yorumlamamız gerektiği ile ilgili ipuçlarını içermektedir.
Tarihe kanlı bir askerî darbe teşebbüsü olarak geçen 31 Mart Hadisesi’nin kaotik ortamında, ayaklanmacıların lehinde gelişen ilk üç günde dahi konjonktürel değil de ilkesel hareket eden, hem askerleri, hem de ayaklanmaya katılan diğer grupları yatıştırıcı bir rolle teskin eden Bediüzzaman, biraderzem diye seslendiği Derviş Vahdeti’nin etkin rol oynadığı ayaklanmayı –lehte sonuçlanması durumunda bir fayda görme ihtimali yüksek de olsa- desteklememiştir. Bediüzzaman, hitap ettiği askerlere, öncelikle asker neferatının siyasete karışmaması gerektiğini söylemiştir. Devamında ulü’l-emre itaatin farz olduğunu, “Sizin ulü’l-emriniz zabitlerinizdir” diyerek hatırlatmış, onları isyandan vaz geçirmiştir. Bediüzzaman, buna rağmen, ayaklanmayı desteklemediği ve içinde olmadığı halde 31 Mart’ a müdahil suçlamasıyla idamla yargılanmıştır. Yatıştırıcı bir rol oynadığı halde Divan-ı Harp’te idam sehpalarının gölgesinde idamla yargılanmak bir insan için trajik sonuçlar ve travmalar doğuracak bir durum olmalıdır; ama Bediüzzaman hiç de buraya takılıp kalmamıştır.
Divan-ı Harp’ten beraat eden Bediüzzaman’ın kendisini idamla yargılayan bir devlete küsmeyip 31 Mart’tan birkaç yıl sonra patlak veren Birinci Cihan Harbi’ne gönüllü alay kumandanı sıfatıyla katılarak devletinin ve milletinin yanında yer alması alkışlanması gereken, kayda değer bir durumdur. Bediüzzaman bu toprakların yetiştirdiği bir İslâm âlimine yakışır şekilde, yerli ve millî bir duruş sergilemiştir. Bu duruş ve tavrıyla Bediüzzaman yerlidir, İslâm hamuruyla yoğrulmuş bu toprakların yetiştirdiği bir isimdir, bu topraklardan çıkmıştır.
Bu aziz millete verdiği değer ve bağlılığı ile Bediüzzaman millîdir, İslâm’ın bayraktarlığını yapmış bu aziz milletin adamıdır, Kur’ân’ı yeryüzüne yayan bu milletin sevdalısıdır. Bütün mücadelesi de bu milletin selâmeti içindir.
Bediüzzaman, sözümona milletin selâmetini gayr-i meşru, gayr-i hukukî sahalarda arayan, bunun için bu toprakların dışındakilerle iş tutanlarla iş birliğine girmediği gibi onları engellemek için ciddi bir gayret de göstermiştir. Esir düşmek pahasına vatan savunmasına katılmış, esaret sonrası kaldığı yerden mücadelesine devam etmiş, Hutuvat-ı Sitte’yi neşrederek lain İngiliz’in yüzüne tükürürken Millî Mücadele lehinde fetva vermekten çekinmemiş, Cumhuriyet döneminde uğradığı tüm baskı ve zulümlere rağmen müsbet hareketi elden bırakmayarak yerelden evrensele uzanan fikirleriyle bu coğrafyayı yeniden şekillendirme imkânını sunmuş mümtaz bir şahsiyettir.