Kırk senedir kanayan yaramız olan terör, memleketin hem canını hem malını tüketirken, inşikakların, iftirakların da belâsı oldu ki bin yıllık kardeşlik gidiyor, ah bramın wah..
Menfaate dayanan siyaset ise rüşveti oya göre tahvil etti hep. “Eğer benim partime taraftar ise benden, değilse düşman safına” atmakla ihtilâfları derinleştirip, bu inşikaklardan nemalanarak beka meselesi yaptı ki, ah iktidarım, vah iktidarım..
Cumhuriyetten beri bölge halkı ne yapacağını şaşırmış durumda. Bir yandan rejimin, diğer yandan terörü çare olarak görenlerin baskısı altında. İkide bir ya dağa ihanet veya rejimin kriminalize ettiği iki ateş arasında.
Teröre bulaşmamış saf ve gariban halk abondone olarak bir yandan kendinden görünen örgüt, diğer yandan sahiplenmek istediği inzibat kuvvetleriyle karşı karşıya kaldılar.
Bu gel-gitler içersinde “terörle bağlantısı var, yok” tartışmaları arasında Kürt aydınları da siyaset sahnesine çıkmak, savcılıktan kâğıdı alarak Mecliste sesini duyurmak istiyordu.
90’ların başında askerî vesayetin hafiflemesiyle Meclise SHP listelerinden milletvekili göndermekle “düz ovada siyaset” retoriği hayata geçiyordu ki, devlet kodları devreye girip fezlekeler ve parti kapatmalarla terörün silâhına mermi taşıyordu.
Kapatılan partiler yeni bir isimle yoluna katlanarak devam ediyor, bu kısır döngüyle seneler heba oluyordu.
En nihayet AKP’nin “çözüm süreci” bir heyecan meydana getirse de, teröristlerin halayla dağdan karşılanışı, valiliklerin yol kesme, silâhlanma v.s. gibi iddialara tolerans göstermesi, süreci sulandırmış ve endişelere yol açmıştı.
DOLMABAHÇE MUTABAKATI
Şubat 2015’te “Dolmabahçe Mutabakatı” (hükûmet yetkilileri ve HDP milletvekilleri) ile başlayan süreç Diyarbakır 21 Mart Nevroz kutlamalarında Abdullah Öcalan’ın okunan mektubuyla zirveye çıkmıştı.
Bu rüzgârla 7 Haziran seçimlerine giden AKP yüzde 42’lere gerilemiş, HDP ise yüzde 13’lerle zirve yapıp MHP’den fazla (80) milletvekili çıkarınca olanlar olmuştu. “Barış süreci”ne giden yollar dinamitlenip Suruç, Ceylanpınar katliâmlarıyla patlamış ve Dolmabahçe Mutabakatı masası devrilmiş oldu. Taraflar birbirini, “sen devirdin, o devirdi” diye karşılıklı suçlamalar yapsa da ocaklara ateş düşüp ciğerler yanmaya devam etti.
AKP tek başına hükûmet olamayınca HDP’li, HDP’siz koalisyon tartışmaları ve muhalefete kabineyi kurma yetkisi verilmeyince 1 Kasım seçimlerine gidildi. “Terör, cenaze” gibi değerler ve “ver dört yüzü kurtul” sloganlarıyla AKP tekrar 49’lara çıkıp tek başına iktidar oldu.
Bu süreçte karşıda olan ve fütursuzca eleştiren, hakaret eden ne kadar muhalefet varsa, “Tekeden süt çıkmaz, senden başkan olmaz, silâhlar Türkmenlere gitmedi, yolsuzluk paçalarından akıyor” diyenler omurgaları kırıp bir şekilde saraya bağlandılar. Ancak muhalefet etmeyi sürdürenler hain, PKK’lı, örgütçü, dış güçler damgası yedi. Bu süreçte “Seni başkan yaptırmayacağız” diyen Selahattin Demirtaş, temiz kâğıdı getirip CB adayı olmasına rağmen hapse atıldı.
31 Mart mahalli seçimlerine girerken HDP’nin millet ittifakına desteği belli olunca, Öcalan’dan mektup yayınlatıp, dağdan Osman Öcalan TRT’ye çıkartılarak AKP’ye oy istendi. Bütün bunlara rağmen HDP seçmeni dağı ve İmralı’yı dinlemeyip büyük şehirlerde millet ittifakına oy verince “dananın kuyruğu” koptu. Cumhur ittifakı özellikle İstanbul’u kaybedince kırmızı görmüş boğa gibi etrafa saldırdı.
Kendi ifadeleriyle; “İstanbul’u kaybeden Türkiye’yi kaybeder” korkusu saldı ki bütün hırçınlıkları bu yüzden! Son zamanlardaki sinirlilik halleri bunun bir göstergesi. Kin ve nefret pompalamaları, oylar düştükçe yeni baskılar, yeni devletçi kodlar devreye giriyor.
Unutulmuş, rafa kalkmış 6/7 Ekim Kobanî olayları ki (kimin çıkardığı ve kimlerin onca cana kıydığı belli olmayan) tekrar ısıtılıp yüze yakın HDP’li belediyelere kayyum atadılar. Aynen 30’lardaki gibi; Valiler, kaymakamlar aynı zamanda (kayyum) belediye başkanı oldular.
Esas meselenin iktidar ve her kesimin mutlaka ona! biat etmesi olduğu, zaman geçtikçe ve büyük çerçeveden bakınca daha net anlaşılıyor.