Canım yollar çekiyor, uçsuz bucaksız...
Yollar bazen vuslata götürür insanı, bazen de uzak diyarlara... Bazen yolun adı “umut” olur. Sılada bekleyeniniz varsa şanslısınızdır, yol boyunca kavuşma ânının hayalini yaşarsınız. Bazen ışığı yanan bir ev, kapıyı çaldığınızda gülümseyen yüzler, mis gibi bir tas çorba, şefkatli bir sîne sizi karşılar. Hasretle kucaklaşırsınız. Yolun zahmeti, kapının ardında kalmıştır artık. Bir sevgi sarmalının içindesinizdir. Vuslat olmuştur yolun sonu. Günler hiç bitmesin istersiniz. Takvime bakmaya korkarsınız; “Aman ayrılık günleri gelmesin!” diye...
Bazen de yol, alır sizi koparır bir ananın bağrından, sıcak yuvanızdan, doğduğunuz topraklardan... Alır savurur sizi çok uzaklara. Aradaki mesafeyi görmemek için geriye bakmak istemezsiniz. Sadece bir portre kalır zihninizde; güneşin vurduğu tahta kapının önünde, beyaz yaşmaklı bir anne silüeti... Boğazınızda bir yumru, gözleriniz yağmur yüklü bulutlar gibi boşanmaya hazır, dolu dolu... Kıvrım kıvrım uzayıp giden yol gözünüzde büyür de büyür artık. Günbatımının kızıllığında arabanızla yol alırken, yüreğiniz kalır dağların ardında. Yolun adı gurbettir artık; hüzündür, sabırdır...
Her şeye rağmen yine de güzeldir yol, durağanlık yoktur. Sürekli bir evrilme, yenilenme hâli vardır. Yeni manzaralar, yeni insanlar vardır. Her insan ayrı bir dünya, başka bir âlem sayılır zira. Tecrübeniz artar. Deyim yerindeyse “insan sarrafı” oluverirsiniz.
Bazen yol, sabrı öğretir. Dişinizi sıkar, sükût eder, dualara sığınırsınız. Diliniz mırıl mırıl duada, pır pır atar yüreğiniz. Düşünürsünüz, geçmişi, geleceği... Sevilesidir yol, bazen de tefekkür bağlarında seyran ettirir. Yol boyunca heyecan dorukta olur. Dağlar, tepeler, ırmaklar, çayırlar, ağaçlar, çiçekler... Hepsi ruhunuzu okşar.
Köyler, ovalar, köhne bağ evleri, tarihî taş istasyonlar, uzaktaki ahşap kulübe, bir çoban çeşmesi... Alır götürür insanı duygu girdaplarına. Çocuksu bir hissiyata kapılırsınız. “Garibâne mütefekkirâne” bir yolcu hâlet-i ruhiyesi ile aşılan yollar.
Gelip geçen her manzara ruhunuza bir şeyler fısıldar. Yol boyunca görülen derme çatma ahşap tabelalardaki köy isimleri, tabelanın gösterdiği yöne doğru kıvrıla kıvrıla giden taşlı patika yollar bir gizemi çağrıştırır. Uzaklarda, bir tepenin ardından görünen bir köy minaresi insanı düşündürür; kim bilir kimler yaşıyor oralarda? Eski bir köy müdür? Hangi yıllarda kurulmuştur? O kadar meraklanır ki insan; kuş misali uçmak, bütün köyleri görmek, tanımak ister.
Yolculuk sonbaharda ise yol boyunca hüzün peşinizi bırakmaz. Sararan ağaçlar değişik tonlarda bir renk kartelası oluşturur. Kuru dallar, esen rüzgâr, savrulan yapraklar pek hazin görünür. Enfüsî ve âfakî tefekküre dalıp gidersiniz öylece.
Kış mevsiminde ise yolculuk, oldukça çetindir artık. Gri hava daha bir kasvetli olur. Ayrılığı, yalnızlığı, vefasızlığı hatırlatır ve böylece iliklerine kadar üşütür insanı. Ya yağmur olur, ya da kar.
Araba sileceklerinin sesi, daha bir yalnızlık hissi verir. Cama vuran kar taneleri, sanki yüreğine iner, buz gibi, ince ince...
Eğer yol seni sıladan ayırmışsa, gurbete götürüyorsa; tanımadığın bir şehir veya meskûn bir beldeden geçerken, imrenirsin ışığı yanan evlere. “Kim bilir nasıl sıcaktır içerisi! Anne, baba, hısım, akraba, kim bilir nasıl mutlulardır!” diye düşünürsün. Tanımıyor olsan da, onlar da senin gibi insandırlar işte! İçinden konuşup yola devam edersin. Geride bırakırsın ışığı yanan evleri. Dehlize girer gibi gecenin kopkoyu karanlığına doğru yol alırsın.
Eğer baharda yola çıkmışsanız, tam bir güzellikler meşheri, tefekkür mevsimidir artık yol. Hele çiçeğe duran meyve ağaçlarının seyri gönlünüzü fetheder. Bu renk armonisi, bambaşka diyarlara götürür insanı. Bu güzelliğe doyum olmaz. Bir yamacın kenarında gülümseyen bir sarı çiçek dikkatinizi çeker. Bediüzzaman’ın, “Bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins sarı çiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mana kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, onun mühürleridir, sikkeleridir.” sözlerini hatırlatır. Siz de gülümseyerek izlersiniz onları...
Gözünüzün alabildiğine yeşil ovalar uzanır. Diz boyu çimenler, tatlı tatlı esen bahar yeliyle salınırlar. Yolun sağ tarafında gelincikler, Allah’ın varlığını ilan ediyorlar. Kırmızı gelinliğiyle selâma duruyor, gelip geçen yolculara umut rızkı dağıtıyorlar. Sanki Cennetten numuneler gibi, öylesine saf, duru bir hâlleri var ki, hayret ateşiniz ancak “Sübhanallah!” zikri ile sükûn bulur.