Bir tefekkür mevsiminden, başka bir tefekkür mevsimi olan sonbahara geçmek üzereyiz. Yaz mevsimini çok severim. Çocukluğumdan beri bende kalan bir hâlet-i ruhiye işte; yaza veda ederken içimi hüzün kaplar.
Çocukluğumda bütün kışı gelecek olan yaz günlerini düşleyerek geçirirdim. Meselâ arkadaşlarımla: “Ah şimdi karpuz peynir olsaydı da yeseydik!” diye hayıflanır, gelecek olan yaz için hayaller kurardık. Hayallerimizden biri de gelecek yaz arkadaş gurubu olarak hepimiz bisiklet alıp, semtimizin yaslandığı dağın arkasında, acaba ne var diyerek keşif gezilerine çıkmaktı. Bu hayalimiz hiçbir zaman gerçekleşmemiş olsa da, biz yine hayal kurmaktan vazgeçmezdik.
Ah nasıl özlemem yaz günlerini! Sabahı ayrı güzel, akşamı ayrı. Hele gezmeleri… Anlat anlat bitmez.Yaz mevsimi deyince hatırladıklarım...
Fesleğen kokulu kahvaltıyla güne başlamalar, gün boyu süren evcilik oyunları, dut ağacı dalları üzerindeki köşklerimizde “hayal anlatmacalar”, serin yerlerde “beş taş” oyunları, yazın en kolay yemeği menemen ya da ortalığa mis gibi yayılan biber kızartması kokuları ve bazen de komşu teyzenin “kaşığını alan gelsin, tavuklu pilav var!” Ününü duyan biz çocukların, evlerimize koşup ellerimizdeki kaşıklarla pilav yemelerimiz.
Maksat yemekten ziyade gülüşmek, eğlence… Kapı önü veya bulduğumuz gölgeliklerde sürüp giden muhabbetler…
Öğleden sonra da iyice sıcak çökünce öğle uykusu için anneler çocuklarını sokaktan eve çağırır ve perdeler çekilir, yorgun bedenleri annelerinin hazırladığı serin ortama, yumuşak minderlere daha fazla dayanamaz, istenmese de tatlı bir uykuya dalınır, sonrasında ortalık bir süreliğine sessizliğe bürünürdü.
Tabiî bu arada sinek vızıltılarının bize ninni gibi geldiğini de söylemeden edemeyeceğim. Sonrasında birer birer uyanan çocuklar, yatsı vaktine dek sürecek olan ikinci bir masalsı zaman dilimine hazırdır artık.
Uyanıldığında ise daha gün bitmemiş olur. İkindi serinliği yavaştan hissedilmektedir artık. Sokağa iğde ağacının gölgesi düşmüştür. Uzaktan uzağa deniz kokusu, sokağı baştan başa sarmaktadır.
Kapı önlerinde anneler, akşam yemeği için kimi taze fasulye ayıklamakta, kimi de patlıcan dilimliyordur artık. Kuş cıvıltıları gibi çocuk çağırışları sokaklara yayılmaya başlar. Havanın serinlemesini bekleyen satıcılar da bir bir sokağımıza teşrif etmektedir.
At arabası, merkeple gelen zerzevatçılar: “Domaat, arakaa taze!” diyerek çığırırlar. İki tarafından sarkan ağır küfelerin altında ezilen zavallı eşeği acıyarak izleyen çocuklar...
Sonrasında “kaynamış darıı, sütlü darıı..!” “Dondurma kaymaak!”,
“Ballı güllü!” naralarını işiten çocuklar sevinçle satıcıların etrafına toplanır…
Efendim, rengarenk macunlar, hele macuncu amcanın elindeki sak sak kaşığı çocuklara uzatarak şakalaşması yok mu?..
Turşucuyu atlamak olmaz! Bizim oralarda “ekşili limoncu” denirdi. Aman ne leziz turşulardı öyle! Hasılı bizim sokak böyle şenlenirdi işte.
Bir de yaz mevsimi deyince bolluk, bereket gelir aklıma… Bahçelerde, balkonlarda ailece yenilen yemekler, gülüş cümbüş sohbetler… Bir de tatil arkadaşlıkları… Sıcak güneş gibi sıcacık kurulan arkadaşlıklar ve ömür boyu birbirimizi unutmayacağımız sözü verilir ve ahiret kardeşi olunurdu.
Başka bir zâviyeden bakacak olursak yaz aylarına tefekkür mevsimi de diyebiliriz. Rabbimizin bol bol ihsan ettiği nimetler ve ikramlar, konserve kutucukları gibi hazırlanmış, paketlenmiş, kokuları, tatlarıyla, o güzelim renkleriyle dallarında sallanan meyveler… Hele, Ege’de iseniz... Yani güneşin en cömert olduğu topraklarda... Karşınızda masmavi deniz, ayaklarınızın altında yemyeşil çimlerden halı, rengârenk çiçekler, cıvıldaşan kuşlar ve mis gibi ortalığı saran kekik kokusu...
Rabbimizin gönderdiği vagon vagon nimetler...İşte gördüğümüz, idrak ettiğimiz bu manzara bizi şükre davet eder. Kayıtsız kalmak, şükürsüz olmak mümkün değildir; bunca ihsan karşısında…
Evet, yazı uğurluyoruz. Bir sonraki yazı hasretle bekleyerek…