Kemeraltı’nın kavrulmuş kahve kokan sokaklarında yürüyordu. Uzun zamandır bu otantik, kadim çarşıyı görmemişti.
Buraya gelince, sanki kendini yuvasına dönmüş gibi hissetti. Ne zaman bu tarihi çarşıya gelse, hayalen maziye gider, sanki annesinin sesini duyar gibi olurdu. Bu eski çarşının öyle manevi bir hali, bir dili vardı ki buram buram kahve kokusu, elinde çay tepsisini hiç dökmeden büyük bir hünerle götüren kıvrak çırağı, esnafın “buyrun buyrun” çağrıları, Hisar Camii’nin mehabetli duruşu, köşedeki emektar pideci…
İşte bak! Gıcırdayan daracık ahşap merdivenlerinden çıkmışlar, camekân önünde, annesi ve komşu teyzesi ile oturmuşlar, mis gibi pide kokusu eşliğinde yorgunluklarını gideriyorlar.
Bir an onları görür gibi oldu, boğazında bir yumru varmış gibi acıyla yutkundu. Gözleri yaşardı. Çatıların üzerinde parıldayan güneşin hüzmelerine dalıp gitti. Şadırvandan içtikleri su, annesinin deterjan aldığı Musevi esnaf, saat tamircisinin köhne dükkanı... Tozlu camların arasından görünen siyah kollukları ile, kırış kırış yüzü, yuvarlak gözlüklü tamirci amca, maharetli elleriyle, belki yetmiş yıllık mesleğini icra eden bir masal kahramanı gibi görünüyordu.
Şekerciler, çiçekçiler, tak tak sesleri, balık kokan Havra sokağı, gelinlikçi dükkanının kapısında gelip geçeni seyrederken hayallere dalıp giden işçi kız, gevrekçi ve kumrucu unutamadığı hatıralardı.
Bu küçük minyatür görünümlü, naftalin kokulu dükkânlar, seslerin daracık duvarlara çarpıp geri dönüşü, konuşanların az duyulan, sanki başka taraftan geliyormuşcasına efsunlu kısık sesleri ona hep gizemli gelirdi.
Hatıralar, hey gidi günler filan derken bir anda kendisine adres verilen küçük dükkanın önünde buldu kendini. İçeri girdiğinde, tevafuken yıllardır görmediği arkadaşlarıyla karşılaşmıştı. Uzun yıllardır birbirlerinden haber alamamış olmanın getirdiği duygusallık içinde hasretle kucaklaştılar. Mazideki eşsiz günlerin tatlı yâd edişleri ile oturmayı bile unutarak muhabbete dalmışlardı.
Hayat öyle garip sürprizlerle doluydu ki... Önceleri her birinin seçkin meslekleri vardı. Şimdi ise mütevazi bir işle iştigal edip rızıklarını kazanıyorlardı bu güzel insanlar. Dillerinde şükür, yüzlerinde nur, yüreklerinde ise bitmeyen umut…
Sanki Ashab-ı Kehf gibi büyük bir savaş, ya da bir felaket sonrası karşılaşmışlar da merakla birbirlerine hal hatır soruyorlardı. Her şey bir film senaryosu gibiydi.
Rahmetli annem derdi ki “bu filmler var ya, hepsi olan şeyler kızım, bunlar hep yaşanıyor bu dünyada”. Aynen öyleydi işte, film gibiydi hayatları.
Gece boyunca düşündüm durdum. Gözyaşlarıma mani olamadım. Bu güzel insanların imanı, inancı, umudu karşısında, adeta allak bullak olmuştu zihnim. Sanki dünyayı ayaklarının altına almış gibi vakur bir duruşları vardı. Umursamıyorlardı dünyayı ve dünyaya ait işlerini. Kahramanca bir hâl dili sergiliyorlardı. Mütebessim, mütevekkil hallerinden çok etkilenmiştim. Üstada talebe olmanın hakkını vermişlerdi. “Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse, insan da o imandaki son sırra ererse…” şiirini yaşayan güzel şehrin güzel insanlarına selam olsun..