Farklı dil yapılarına sahip olan “Cemaat ve Siyaset”in birbirleriyle olan münasebetleri iki taraf açısından farklı sonuçlar doğurur. Siyaset gündelik olaylardan oldukça etkilenen, düne ait olanların kolayca unutulduğu bir zemindir. Bu zeminde yalana, iftiraya ve manipülasyona sıkça rastlanır. Dolayısıyla insanlar siyasete karşı esnek ve tedbirli olmaya alışmışlardır.
Ancak cemaatler ve tarikatlar böyle değildir; bunlar, âdeta halkın itimat ettikleri ve sığındıkları yerlerdir. Siyaset ne kadar ayrıştırıcı, fişleyici, kışkırtıcı bir dile sahipse; cemaatin dili o kadar birleştirici, kusur örtücü ve teskin edici bir yapıda olmalıdır.
Bir cümlenin politikada ayrı din dilinde ayrı bir anlamı vardır. “İslâm âlimi” olan Bediüzzaman Said Nursî Divan-ı Harb’te, “Şeriatla” hüküm veren bir mahkemenin “dindar reisi” tarafından “Sen de şeriat istemişsin?” diye suçlanır. Neresinden bakılsa çelişkilerle dolu bu durum fazlasıyla anlamlı bir konuya işaret eder. Şeriatı istemek din bilgininden duyulacak normal bir söz iken; politik dil açısından “şeriat istemek” iktidar tarafından kendisine yapılan bir muhalefet olarak algılanır. Bu ayrımı göstermek için Said Nursî mahkeme heyetinin “Sen de şeriat istemişsin” olan sorusuna “Fakat ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil” şeklinde cevap verir.
Bu duruma, yakın tarihten bir örnek vermek mümkündür. İktidarla mücadele içine giren bir topluluk “Yolsuzluk yapanların kellelerini isteriz” demiş (ki bu talep görünürde “Şeriat isteriz” demeye geliyordu), ancak bu talep siyasî iktidar tarafından “Hükümeti istemeyiz” olarak anlaşılmış ve bu durum 15 Temmuz Hadisesi’nin milletimizin başında patlamasıyla sonuçlanmıştı.
Burada hangi tarafın haklı olduğu tartışmasına girmeksizin, ortaya konulması gereken daha önemli hususlar vardır: Biri siyasî iktidar, diğeri cemaat olan iki tarafın “kullanmaları gereken dil (üslup ve yöntem) nedir” sorusunun cevaplanması gerekmektedir.
Emirdağ Lâhikası’ndaki bir mektupta, cemaat dili ile siyaset dili arasındaki önemli farklara işaret edilir: “Ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için, kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar—ta kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki, lüzumsuz fânî şeylerde telef olmasın. Hatta bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, Selef-i Salihîn’den başka, siyasetçi, ekserce tam müttakî dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttakî olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebeî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise, ‘Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir’ diye, siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate âlet etmeye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa bâkî elmasları kırılacak âdi şişelere âlet yapar.” Burada “kesret daireleri, maksad-ı aslî siyaseti, aşk-ı merak, dine ve hakikate alet etmek, baki elmaslar, kırılacak âdi şişeler” gibi kavramlarla cemaat ve siyaset dilinin bazı hususiyetleri ortaya konulmaktadır.
Dindar kişilerin iktidarında da olsa, iktidar insanların kalplerine değil ellerine göre davranmak durumundadır.
Siyasetçiler ekseriyetle ruhsat dairesinin sınırlarını zorlamakla kalmaz, mevcut kanunları bile eğip bükmekten geri durmazlar. Zira konumlarını korumak onlar için olmazsa olmazdır.
Ayrıca kullandığı dil ne kadar dinî motiflerden oluşsa da iktidardan beklenen dünyevî hayatı düzenlemektir. Siyasetten insanların kalplerini düzenlemesini bekleyemezsiniz. Siyaset ancak insanların inançlarına göre yaşamalarını kolaylaştıracak çareler bulmak için vardır. Siyasî güç cami yapılmasını sağlayabilir, fakat camiye gidecek insanı üretmesi ondan beklenemez. Zorla, maddî teşvikle, siyasî baskıyla insanları camilere doldurmak mümkün olabilir, fakat camiye doldurulan insanların orada yapacakları şeyin ibadet olmasını iktidarla sağlayamazsınız. Bu alan, “maneviyat” denilen ve siyasetin hiçbir zaman giremeyeceği fakat cemaat ve tarikatların tüm temel mefhumlarını bina ettikleri bir dünyadır. İktidar cami, cemevi yapar, dinini yaşamanın önündeki engelleri kaldırabilir, bunun için vardır; cemaat ve tarikat ise ihlâs, sadakat, samimiyet gibi dinin esası ve özünün yerleşmesi için çalışırlar.
Siyaset ve cemaat kendi alanları dışına çıktıklarında, bilmedikleri bir dil alanına girerler. İktidar ile cemaat dil (yöntem) açısından benzer kelimeleri/yöntemleri kullanmaya başladıklarında, kim kimin alanına girmeye çalışıyorsa onun aleyhinde bir durum tezahür edeceği beklenmelidir. İktidarın, cemaat ve tarikatın alanına girmeye çabalaması iktidarını kaybetmekle veya güçlendirmekle sonuçlanacak; ancak dine olan saygı, iktidara olan muhalefet dili içinde erozyona uğrayacaktır.
Cemaatin iktidarın alanına girmesi, diğerinden daha vahim sonuçlar doğurur. Dinin kudsiyetini esas alması gereken cemaat siyasetin alanına girdiği andan itibaren artık iktidarla uyumlu çalıştığı sürece varlığını koruyabilir. Zamanla cemaatin yapısında bir flulaşma başlayacak, büyüyecek, karışacak ve zeminini kaybedecektir. İktidarın nimetlerinden faydalanmanın en kolay yolunun cemaate mensup olmak ya da en azından böyle görünmek olduğu kanaatinin yaygınlaşması, cemaatin görünüşte giderek büyüdüğünü ve güce kavuştuğunu gösterse de cemaatin keyfiyetinin azalmasına, maneviyat ekseninden uzaklaşmasına, maddî ve siyasî gücü fazla olanların etkisine girmesine; dolayısıyla bir cemaat (ya da tarikat) olmaktan ziyade bir kulüp, bir klik, bir cemiyet, siyasal bir ekol ya da gayr-i resmi bir bürokratik erke dönüşmesine (Bediüzzaman’ın ifadesiyle siyasetli cemaat olmasına) yol açacaktır. Yeterince büyümüş ve siyasete entegre olmuş bir cemaat; artık iktidar alternatifi olmaya namzet demektir.
İktidarı siyasetle paylaşmaya başlayan bir cemaatin, onun sahip olduğu hastalıklı özellikleri eklektik bir şekilde üzerine almaya başladığı görülür. Ancak, sahip olamayacağı dile ve dünyaya talip olmaya çalışmanın sonucu “sahip olunmayan şeyin elden alınması”dır. Hükûmet ve cemaat arasında bir çatışma veya aşırı uzlaşma varsa, birileri sahip olmadığı şeye sahip olmaya çalışıyor demektir.
İşin hülâsası, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Bediüzzaman Said Nursî ile ilgili hiçbir hatırada, hiçbir metinde, hiçbir anekdotta “sayı üstünlüğüne ve maddî varlıklar”a dayanmak şeklinde bir yaklaşım görülmez. Bediüzzaman’ın; çoğunluk elde edilmesi, kitlelere yön verilmesi, maddî gücün elde edilmesi, bürokraside taban oluşturulması, siyasette söz sahibi olunması gibi “politik dil”e özgü söylem ve hedeflere itibar etmediğine bütün bir hayat hikâyesi ve en büyük Tarihçe-i Hayatı olan Risale-i Nur şahittir. Bütün bir Lâhikalarda benzer ifadeler bulmak mümkündür: “Nurcuların siyasetlerle alâkaları olmaz. Yalnız iman hakikatleriyle bütün hayatları bağlıdır”1.
Dipnot:
1-Emirdağ Lâhikası, 103