Din, Yaratıcı’nın isim ve sıfatlarının tecelligâhı olan maverasından oluşmaktadır.
İlm-i İlâhî, irade-i İlâhî ve kudret-i İlâhî tabiatı, izafî olarak onun altında ve üstünde kalan alemleri var etmiştir ve devamlarını sağlamaktadır. Anlam dediğimiz şey Allah’ın meşietinin ta İmam-ı Mübin’den, Kitab-ı Mübin’den tabiat sistemine, yedi kat sema, Cennet, Cehennem ve ta sidretül müntehaya kadar iç içe geçmiş bütün âlemlerde tüm akıl sahiplerinin zihinlerine elektrik veren İlâhî maksadın kendisidir. Anlam zihne ulaştığında, insan bu mesajı ya sahibinden ayırmak (nisyan) veya onu hatırlamak (zikr) şeklinde kullanır, ancak mesaj yeni bir şekle girer. Şeyler, zihinde şek, şüphe, zan, inanç, iman, itikat düzeyinde tekrar inşa edilmeye; kâinat, insanın içinde yeniden türetilmeye başlar.
Temel bazı yöntemlerden ve alanlardan bahsederek; felsefe, bilim, tasavvuf, kelâm gibi kâinatı anlama çabalarının sınırlarından bahsedebiliriz. Meselâ tabiat denilen şu âlemin özellikle felsefecilerin, bilimin ve kelâmcıların ilgi alanı olduğu söylenebilir. Kuantum mekaniği, teorik olarak varlığı öngörülen ve tabiatın yapılmak maddesi olan bir formu ortaya çıkarmıştır. Bu form matematik ve fizik kurallarının olmadığı bir enerjiden oluşmaktadır. Enerji sanki meçhul bir sebep veya emirle düzene girmeye, koyulaşmaya, kesafet kesb etmeye ve katılaşmaya başlayarak görünür olmakta ve tabiat olarak tezahür etmektedir. Bu tezahür felsefe için ‘sebeplerin zincirleme devinimi’dir. Burada kelâmcılar felsefecilerden daha ileri giderek sebep zincirini, vahyi de esas alarak bir yaratıcıya, bağlamak istemektedir.
Tasavvuf; felsefe, bilim ve kelâmın tartışma alanına karşı iki tür tepki vermektedir: Birincisi vücudu imbikten süzer gibi sadece anlama irca eden ve “lâ mevcude illa hu” diyerek varlığı ve var oluşu hayalden de aşağı, belki bir gölge, zihinde oluşan ve vücutları olmayan temsiller olarak gören “Vahdet-i Vücut” mesleğidir. Bu meslek, nihayette anlamdan başka bir şeyin olmadığını söylemektedir. Bu mesleğe göre, var olanların vücutları Allah’a nisbetle yok hükmündedir. “Vahdet-i Şuhud” mesleği ise ‘tam huzuru bulmak için’ varlığın üzerine perde çekmek ister; Cenab-ı Hakkın, anlamı içine derç ettiği, halk ettiği ne varsa onlardan yüz çevirir. Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şuhud meslekleri, adeta ‘halk’ aleminden (tabiattan) ‘kudret’in âlemine (şimdilik teorik izahlarının yapıldığı, enerjiden ibaret olan kuantum âlemine) ‘yükselmek’ istemektedir. Bu yükselme işi eninde sonunda Yaratıcı’nın varlığında sekr/kendinden geçme veya istiğrak/boğulma ile neticelenmektedir. Ancak hem sekr hem, istiğrak ilmî değil hâli bir durumdur ve kelimelerle izah mümkün olmamaktadır.
Felsefenin ‘anlamı gözardı eden’ açıklamalarını yeterli bulmayan bir filozof taifesi var ki onlar, yani Sofestailer (sevfesta, safsatacılar?) bir yaratıcıyı kabul etmemek için/kabul etmek konusunda felsefenin yetersiz kaldığını gördükleri için varlığı tamamen inkâr etmektedir. Sofestailer, felsefenin anlamı üretmeyen yapısını reddeden anarşist bir topluluk olarak tarih sahnesinde yerini almışlardır.
Din, varlığı kuantum toprağı üzerinde yükselen tabiat ağacıyla sınırlandırmaz; 7 kat semavât, Cennet ve Cehennem gibi sebep ve sonucun aynı anda beraber yaratıldığı sonsuz sayıda kudret âlemlerinden de haber verir. Tâ Sidret’ül-Müntehaya kadar âlem içinde âlem, varlık içinde varlık bulunduğu, bunların da Allah’ın isim ve sıfatlarının bir tecellisi olduğunu ilân eder.
Bilim ve felsefenin harekât alanı dinin işaret ettiği âlemler içerisinde çok küçük bir kısmı oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Müslümanın düşünmesi, tefekkür etmesi, akletmesi felsefe yapmaktan ve bilimle uğraşmaktan çok farklı olmaktadır. Yaratıcı, her şeyden kendisine ulaştıracak bir yol açar (delil-i inayet) ve her şeyde kendi sanatını ve işlerini gösterir (delil-i ihtira). Dolayısıyla hem oluşu sahipsiz bırakmaz, hem de oluşun içinde yerleşen anlamı sahibine iade eder (Müslümanın felsefesi). Dolayısıyla, bir Müslümanın bilim ve felsefenin künhüne vakıf olması çok daha kolay ve kaçınılmaz iken, buna karşın sırf oluşu inceleyen bilim adamının ve sadece oluşu anlatan felsefecinin (felsefenin Müslümanının) dinin künhüne mazhar olması çok zorlu ve meşakkatli olmaktadır.
Bilimsel verileri kullanarak, sebep sonuç zincirini aşamadan, felsefenin sadece döngüyü esas alan yöntemiyle hareket ederek dini anlamaya ve anlatmaya çalışanların tarzlarıyla dinin maneviyatı, illet ve hikmetleri, Rabbin isimleri ve nihayette şuunatı oldukça sınırlı şekilde anlatılabilir. Bu yöntemle (felsefenin (ve de bilimin) Müslümanı olmakla) tabiat ve sebepler duvarının aşılması oldukça zor bir hal almaktadır.
Öte yandan sırf sistemin mantıksal döngüsünü açıklamayı esas alıp olagelenin anlamını önemsemeyen, böylelikle yaratıcıyı tamamen tasnif dışılığa itenleri dinlemekle dinin hazinelerinden mahrum kalınacağı pek açıktır.
Müslümanın felsefesi nihayetinde bir “marifetullah” girişimidir; kâinatı anlam merkezli olarak, şeyleri kendileri namına, mana-yı ismî olarak değil yaratıcıları namına, mana-yı harfî olarak ele almaktır. Dolayısıyla berraktır, sahihtir, bilimin veya tabiatın sınırlarını kolayca aşabilecek bir yapıdadır. Her yerde, zerreden şemse kadar her şeyde Yaratıcının, izini, özünü bulmakla hakikatin ve hayatın keyfini çıkarmaktır.
Felsefenin Müslümanı, esasında bir kimlik karmaşasının mahsulüdür. Objektif olmak namına süjenin en insanî, en ulvî ve manevî yanlarını dışlamakla Müslüman, bir mü’min olmanın bilgeliğini eliyle kenara itmektedir. Vahyi dışlamakla veya onu herhangi bir metin düzeyine indirgemekle, enikonu materyalizmin baskısına boyun eğmek durumunda kalmaktadır; vahyi kabul etmekle birlikte onu felsefenin denetleyebileceği bir önermeye indirgemek zorunda kalmaktadır. Bu, vahye doğrudan karşı çıkmaktan daha iyi bir tavır değildir. Vahyin, onu vahyedenle bağlantısını keserek, vahyi herhangi bir filozofun metni düzeyine indirgeyerek onu tarihsel olana, geçiciliğe, insan oğlunun ürettiği bir metne dönüşmeye mahkûm etmek demektir. Felsefe aklı kullanmanın bir yoludur; akıl ise sadece felsefî tarzda gitmek, hele materyalist olmak zorunda değildir. Felsefenin Müslümanı, tabiat kanunlarını, sebepler perdesini ve kural dinlemeyen rastgeleliği aşmak için uzun bir yürüyüşe çıkmak zorundadır. Bütün bu zorlukları aşarak bir “yaratıcı” fikrine ulaşabilirse, o Yaratıcı kendini tarif ettiği şekliyle değil, felsefenin Müslümanının kendi tasavvuruna göre tarif ettiği şekliyle bir anlam kazanacaktır. Şimdiye dek Felsefenin Müslümanı “Vacibü’l-Vücud” adını verdiği bir yaratıcıya ulaşabilmiştir; ancak Vacibü’l-Vücud’un mahiyeti ve zatını tanımak için yine kendisini anlatmasını, tanıtmasını beklemek durumundadır.