İslâm sürekli olarak kendini diğerlerinden ayıracak işaretleri ve göstergeleri (şeair) ifade etmiş ve yalnız tevhidi berrak şekilde anlatarak kendini tesis etmiştir. İhlâs Suresi bunun tipik ve muazzam bir göstergesidir.
Dünya tek bir ülke gibidir ve her insan onun vatandaşıdır diyen Bahaîlik, dinlerin birbirleriyle mücadelesinin bitmesi ve insanlığın tek bir din altında buluşması gerektiğini, böylelikle tüm dünyada sulhun tesis edilebileceğini savunmaktadır. Bu ‘barışçıl’ içerikle Bahaîlik başta semavî dinler olmak üzere tüm inançları tehdit etmektedir, zira, Bahaîliğe göre dinler insanlığa acıdan başka bir şey getirmemişler ve zaten orijinallikleri de kalmamıştır.
Bahaî tarzı yaklaşım, pek çok şekilde kendini göstermektedir. Meselâ, temelde İslâmiyet’in orijinal bir din olmadığı iddiası bunlardan biridir. Buna göre İslâmiyet, sanki, açık kaynak kodlu bir proje olarak ekleme ve geliştirme yoluyla bir “versiyon/sürüm yükseltme”ye uğramıştır ve uğramaya devam etmektedir; dolayısıyla, orijinalliğini kaybetmiştir demeye getirilmektedir. Başından beri İslâmiyet’e sayısız farklı türde suikast girişimi olmuştur; Bahaî tarzı eleştiriler de bunlardandır.
İLÂHİYATÇILAR DA FARKINDA DEĞİLLER
Esasında Bahaîliğe kayan fikirler oldukça yaygın şekilde kullanılmaktadır. Müslüman İlahiyatçılarının, sosyologların, siyasîlerin birtakım söylemlerinin buna hizmet ettiği/edeceği akla gelmeyebilir. Özde olsun sözde olsun iyi niyet altında söylenen birçok sözden, meselâ, İslâmiyet’in Paganizm’den tutun Zerdüştlük’e, antik Stoacılık’tan günümüz bireysel gelişim felsefelerine kadar pek çok yaklaşımdan hem beslendiği, onlardan ders aldığı, hem de kendisinden sonra gelen inançlarla benzeşmekten, birleşmekten kaçınmadığı; dolayısıyla İslâmiyet’in sadece Müslümanlara has bir din olmadığının söylenmesi, İslâmiyet’i, dinin bir tür evrimsel sürecinin bir aşaması olduğunu düşünenlerin zihinlerinde ortaya çıkmaktadır. İddiaya göre İslâmiyet kendinden önceki hak-batıl, küçük-büyük ne varsa, batıl olanlarla birlikte içinde bir dane-i hakikat olan tüm inançları özümsemiş, onlardaki iyiyi almıştır. Kendisinden sonra da din olgusu gelişmeye devam etmiş, ancak İslâm dini ‘söylemsel’ kapasitesini yitirmiştir. Din, ‘söylemsel’ kapasitesini yitirirken vahye değil akla dayalı Hümanist Felsefe (İnsanlık Dini) ortaya çıkmıştır. Güya İslâm öyle bir zirve noktası olmuş ki, din denilen şey onunla “evrim”ini tamamlamış; o artık gelişmiş formları olan kendisinden sonra gelen Hümanizm, Aydınlanma Felsefesi, Pozitivizm gibi felsefelerin içinde yaşamaya mahkum kalacaktır.
Bahaî tarzın bir başka yorumu ise İslâmiyet’in bir tür radikalizasyon ile insanlığın tüm iman ihtiyaçlarını, putlarıyla ve tanrılarıyla tüm inançları “aşkın/müteal” bir “tanrı” fikrinde birleştirdiği; bu birleştirmenin de İslâm için bir eksiklik değil, hatta İslâm’ın bir esprisi olduğunu ifade etmektedir.
İSLÂMİYET TÜM PEYGAMBERLERE VAHYEDİLEN DİNİN ADIDIR
Bilenler bilir ki, Hz. Adem’den (as) Hz. Muhammed’e (asm) değin tüm peygamberlere vahyedilen dinin adıdır “İslâmiyet”. İman esaslarının değişmeyen çarkında insanoğlunu tekâmül çarkından (evrim değil!) geçiren Rab, şeriatlarını kısmen tecdid ettiği İslâm’ı Kur’ân ile tekmil etmiş ve kulları için İslâm’ı din olarak seçmiştir. Rab nazarında tek din İslâm’dır, dolayısıyla onun için son din denilmesinin de bir anlamı kalmamaktadır. Âdem de (as), Musa da (as), İsa da (as) birer Müslümandır. Onların ümmetlerine İsevî, Musevî denilmekle Allah’ın farklı dinler gönderdiğini söylemek, durumu anlamamak demektir.
İslâm bir ‘proje’ değildir, Allah’ın tüm inananlar için seçtiği yegâne ve biricik dindir. O, kesinlikle, Allah Teala’nın (cc) açık kaynak kodlu bir din olarak insanlığa bahşettiği, dolayısıyla herkesin kafasına ve ihtiyacına göre kodlarını değiştirip orijinalitesini bozmasına izin verdiği bir mühendislik projesi de değildir.
KUR’ÂN MEYDAN OKUMAKTADIR
İslâm’dan sonra dinin insanlara söyleyecek şeyinin kalmadığını düşünmek, bir tür deizm mantığıyla Allah Teala’nın (cc) kenara çekildiğini ilan etmek demektir. Halbuki Allah’ın (cc) kelimeleri tükenmez; İslâm’ın “görmüyor musunuz” diyerek dikkat çektiği bir büyük kitabı olan tabiat sürekli kendini ifade eden ve kendisini okumaya davet eden, Allah’ın bir büyük ayetidir. Tüm insanlığa bir hidayet rehberi olarak gönderilen Kur’ân’ın, kendisiyle muaraza etmek isteyenlere meydan okuması devam etmektedir. Mesela şu son yüz yılda Kur’ân’ın bir elmas kılıcı olan Risale-i Nur bu meydan okumanın küçük bir şubesidir, meydandadır.
İslâm putperestlikten herhangi bir şey miras almış olamaz; zira paganizm veya putperestlik asıl doğru iman olan İslâmiyet’in temelli bir çarpıtılması, heves ve hevesata yenik düşenlerin zihninde ortaya çıkmış suretleridir. Dolayısıyla İslâm’ın bir şeyler tevarüs ettiği bir inanç, hele paganizmden aldığı hiçbir şey olamaz. Bir zaman bir putperest mekâna dönüştürülmüş olan Kâbe şunu bunu değil, bakıldığında ve kendisine yönelindiğinde sadece tevhidi ifade eder.
İslâm’ın, Peygamberimize (asm) nisbet edildiği şekilde Hıristiyanlıktan sonra geldiği açıktır. Bununla birlikte Cenab-ı Hakkın insanlık için seçtiği ve tekamülünü onun gerçekleştirdiği tek ve biricik dindir.
İSLÂM TEK TEVHİD DİNİDİR
İslâmiyet bir tür “teolojik birleştirme operasyonu”yla da ortaya çıkmış değildir. Kendisinden önceki -sözde- dinleri mass etmemiştir, onlarda bulunan dane-i hakikat şeyler zaten İslâm denilen biricik tevhid dininden çalınmışlardır. İslâm kendisini takdim ederken sözde dinlerin onunla benzeşen taraflarını kabul ettiğini ifade etmez, onlarla birleşmeyi ifade eden, onların doğru yolda olduklarını belirten en ufak bir imada bulunmaz; yollarını kaybetmiş Musevîlik ve HIristiyanlığa “ortak kelime” olan “Lâ ilâhe İllallah”ı kabul etmelerini emreder, onları asıllarına dönmeye davet eder. Sözde din denilen bazı hurafâta inanmışlar için böyle bir çağrı yapıldığı zaten görülmez; onları hak olana çağırır, saldırılarına ve sorularına cevaplar verir, asla kendi seviyesinde bir muhataplık konumuna yükseltmez. Dolayısıyla Antik Stoacılıktan günümüz öz-terbiye biçimlerine kadar iyiyi arayan her tür disiplinle örtüşmekten, benzeşmekten, yeri geldiğinde birleşmekten tam bir istiğna ile müstağni durur. Kendi safiyetini bozabilecek her bir şüpheden kaçınır ve Kur’ân’ı ve inananları buna nöbetçi tayin eder.
İSLÂM VAHİYLE TEKMİL EDiLMİŞTİR
“Müslüman”, İslâmiyet’in, kendisine tâbi olanlara verdiği bir unvan olan bir berattır. Herkese hitab ediyor olmasını, kendisine reddiye verenleri de içine alacağı anlamına gelmez. Hz. İsa (as) muhakkak ki bir Müslümandır, Onu Üçleme’de, Baba-Oğul-Kutsal Ruh içinde konumlandıranlar ise Hz. İsa (as) ile aynı dinde değildir. Bu, bütün derinliği ve basitliğiyle apaçık bilinen bir gerçektir ve bir tahsis ve isimlendirme olmaz ise ortada ne bir din kalır, ne ümmet kalır ne de bununla bir hakikat inşa edilebilir.
İslâm, evrimle değil vahiyle tekmil edilmiştir. Dolayısıyla, sürekli vahiy ile irşad edilen, medenî bir düzeye yükseltilen, maksud olan hasiyetlere sahip olması için hayatın çalkantısında terbiye edilen bir insanlıktan ancak, bahsedilebilir. Din ‘formel bir evrimi tamamlamış’ bir şey değildir; ezel ve ebede hükmeden Cenab-ı Hak, vahyini ve insana koyduğu maksadını rastlantıya havale etmez.
İSLÂMİYET ŞEAİRLE KENDİNİ GÖSTERİR
İslâm’dan sonra, İslâm çeşitli adlar altında (hele ‘Aydınlanma’ adı altında) devam etti demek İslâm’ı Hümanizm’de ve nihayetinde İnkâr-ı Uluhiyet’te ve Komünizm’de boğmak demektir. İslâm, Avrupa’da bir aydınlanma başlattı, evet. Avrupa felsefesi ve burjuvazisi ise, İslâm’ın muavenetiyle Kiliseyi ve Kral’ı dize getirdi, evet. Ancak Tevhide de yanaşmadı, Felsefe Devrimi(!)nin yardımıyla uluhiyeti inkâra yöneldi, insanlığın başına büyük belâlar açtı, medeniyetin hasenatını seyyiatının çok gerisine düşürdü; beşer, iki dünya savaşı gibi tarihinde görmediği zulümlere şahitlik etti. Durum böyleyken Hümanizmi ve Pozitivisit İnsanlık Dinini merkeze koyan, tevhidi yerinden eden ve tabiatı tapınma objesi haline getiren halleriyle uluhiyeti reddeden bu İkinci Avrupa ile İslâm ne devam etmiş, ne de onu kabul etmiştir.
İslâm, bütün put ve tanrılarıyla beraber inançları bir potada eritip müteal bir ilah fikrinde birleştirmek gibi bir ameliyeye girişmiş de değildir. Bilâkis bütün bu inançlardan tevhid inancını ayrı tutarak ve onlardan nadiren ve tevhidden ekseriyet-i mutlaka ile bahsederek insanlığa orijinal bir mesaj vermiştir. Cenab-ı Hakkı diğer tüm inançların tanımladığı şekilleri de kullanarak (mesela Yunan Mitolojisindeki ilahelere benzeterek) değil onları reddederek bunu yapmıştır. Eğer böyle yapmamış olsaydı, onların bulanmış zihinlerinde zaten karışmış olan ilah anlayışı daha da bir çetrefilli hal alacak, zihinler tevhidi anlayamaz bir hale gelecekti. Dolayısıyla İslâm sürekli olarak kendini diğerlerinden ayıracak işaretleri ve göstergeleri (şeair) ifade etmiş ve yalnız tevhidi berrak şekilde anlatarak kendini tesis etmiştir. İhlâs Suresi bunun tipik ve muazzam bir göstergesidir.
Şunu biliyoruz ki bu tip Bahaî tarzı düşünceler Bahaîlik öncesi de vardı, sonrasında da var olmaya devam edecek. İslâmiyet yerinde yeni tip bir Bahaîzm üretmeye çalışanlar, ona düşmanlık edenlerin sonuncusu olmayacaklar.