“Nurcular, siyasetlerle alâkaları olmaz. Yalnız iman hakikatleriyle bütün hayatları bağlıdır.
….Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi ve dahil olmaz… dahilde tarafgirane vaziyet almamak, muterizlerin nedametine ve hakikate dönmelerine bir vesile olabilir”
(Emirdağ Lahikası 103. Mektub.)
Dil dediğimizde, çok karmaşık bir yapıdan, mefhumlar, ilişkiler ve bunlara ait göstergelerden oluşan bir dünyadan bahsediyoruz demektir. Her bir olay, her bir enstantane, her bir unsur dil ile inşa edilmektedir. Dil dediğimiz şey; niyet, nazar, fikir, program, sistem, matematik, düzen ve denge gibi tüm özel ve tümel yapıların görünür ve anlamlı olmaları için en temel unsurdur. Cenab-ı Hak “kalem”e yemin eder, zira her şey, esasında, dilin kategorik bir formuna tekabül eder.
Doğru bir dilin oluşması son derece önemlidir. Bir sözge (konuşma) birliği olmadıkça ne bir sosyoloji, ne bir biyoloji, ne de başka bir şey oluşamaz. Basit olan bir yapıdan karmaşık olana doğru gidildikçe dilin çatallaştığı, yeni dil örgülerinin meydana geldiği görülür. İnsan, en mükemmel bir varlık olarak bilinçli bir şekilde yeni diller üretebilen tek yaratıktır. “Âdem’e bütün isimleri öğretti” ayetinde, insana, dile özgü niteliklerin bilgisinin verildiği anlatılır. Dolayısıyla dilin özünü, yani yaratılışın sistemini anlayan varlık “halife olan insan”dır.
Aynı dili paylaşan varlıkların kendi aralarında bir iletişimi olduğu düşünülür. Canlılar âlemi, insanlar âlemi, Türkiye, filânca sülâle, kas dokusu, kan dolaşımı, iş dünyası gibi toplulukların özel iletişim ve etkileşimleri vardır. Siyaset ve ekonominin dili, bürokrasi ve hukukun dili, cemaat ve cemiyetlerin dili, basının dili, sanatın dili… gibi, konu ve içerik yönünden birbiri içine kolayca giren bu alanlarda devamlı bir çatışma ve uzlaşma hali çıkmaktadır.
İki Dil: Cemaatin dili “Nur,” Siyasetin dili “Topuz”
Bediüzzaman Said Nursî, kendi hizmet anlayışından bahsederken dikkat çekici metaforlar kullanır. “Nur-Topuz” metaforu bunlardan birisidir. Bu metaforda “nur” garazsız, sırf Allah için yapılan ve hiçbir dünya menfaatine değişilmeyecek olan “İman ve Kur’ân hizmeti”ni anlatır. Bu hizmette Kur’ân’ın emirlerinin ve imanın esaslarının insanlara anlatılması, gösterilmesi, iletilmesi esastır. Temel prensip “insanlara bir nur göstermek”tir. Bu hizmet için en kritik nokta mesajı olabildiğince açık, incitmeyecek tarzda, menfaat ve tarafgirlik hissi uyandırmaktan kaçınarak vermektir. “Hizmet” bir “iş” değildir; hizmet, bir yönüyle insanın kendi nefsiyle yaptığı mücadelenin yine kendisi ve çevresinde uyandırdığı müsbet tesirdir. Hizmetin ruhunda “ihlas, uhuvvet, dua” gibi tamamen manevî kavramlar bulunmalıdır.
İman ve Kur’ân hizmeti yaptığını söyleyen bir cemaatin herhangi bir güç odağına ya da bir erke yanaşması, devleti ve siyaseti dönüştürmek için kadrolaşmaya girişmesi, hizmet maksadıyla da olsa bürokrasiyi kullanması, emniyeti bozacak ve masum insanların haklarına halel getirecek gösteri, kalkışma, protesto ve isyan gibi hareketlere girişmesi “hizmet dili”nin değiştiğinin bir göstergesi, hizmet-dışı alanlarda gezinilmeye başlandığının habercisidir. Hizmet, artık “topuz” metaforunun ifade ettiği siyasetli yola girmiş demektir.
Bediüzzaman Said Nursî, vefatından önce talebelerine verdiği son derste onlara şöyle seslenir:
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir, menfi hareket tarzı değildir; rıza-yı ilâhiyyeye göre sırf hizmet-i imaniyyeyi yapmaktır, vazife-yi ilâhiyeye karışmamaktır. Bizler, asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”
Barla Lahikasında “Müsbet Hareket”in çerçevesi çizilir. Burada Müsbet Hareket “
a) Haksızlığa, zulme, tarafgirliğe, kin ve adavete sebep olacak her türlü menfi, yıkıcı, kırıcı hareket ve düşünceden kaçınmak
b) En büyük düşman olan nefs-i emmarenin hilesinden; cinnî ve insî şeytanların ayartmalarından emin olmak için; herkesin karanlığa, nisyan köşesine çekildiği vakitte, âlem-i İslam mühmel kalmamak için, nurlu hakikatlerin iblağına çalışmak ve
c) Allah için muhabbet etmek” olarak ifade edilmektedir.
“Nur-Topuz” metaforu bize cemaat ve tarikatların hareket tarzının siyasî cereyanlardan farklı olması gerektiğini söylemektedir. “Siyasî cereyanlar”ın karakteristik özellikleri dönüştürme, zorlama, ele geçirme, çoğalma, taraftar toplama ve sürekli büyümek için hareket etme gibi hususlardır. Ancak ne cemaatte, ne de tarikatta bu özellikler bulunmaz; bunlarda “ihlâs ve rıza-yı İlâhîyi kazanmak” vardır; rıza-yı İlâhî ise “zorla, aldatmayla, göz boyamakla, taraftar toplamayla, sayısal güç elde etmekle, çoğalmakla…” kazanılmaz.
Cemaat ve tarikat fertlerin doğru yola ulaşması yolunda birbirine dua ile kardeş olmak üzerine müessestir. Bunun önüne ticarî ve siyasî menfaat, garaz ve kin, tarafgirlik ve fanatiklik, rekabet ve çekememezlik girmeye başladığında artık ne bir cemaatten, ne de bir tarikattan bahsedilemez; bunlar artık “ticarîleşmiş, politikleşmiş, siyasîleşmiş, ideolojik bir hal almış yapılara dönüşmüştür. Siyaset ve bürokrasinin fonksiyonu ekseriyetle yatay ilişkiler oluşturmaktır ve dünyevî alana hitap ederler, hükümleri ve etkileri dünya ile sınırlıdır. İnsan için baki kalan ise, içinde bulunulmuş olunan kurumlar değil, yaşanmış tecrübeler, edinilmiş fikirler ve niyetlerdir.