“Mehdî kırk yaşında olacak”1 diyor Muhbir-i Sâdık Aleyhisselam.
Kırk yaşından sonra eski mesleğinden nedâmet edip dergâh-ı İlâhiyeye dönecek, seyyidinden kaçmış bir köle gibi yalvaracak; bizim dünyamıza karışmadığını ilan edecek, insanlar ‘grip’ olduklarını zannederken, O ‘kanser’ teşhisi koyacak. Elbette teşhisi farklı olanın tedavi usulü de farklı olacak.
Muhyiddin-i Arabî “Mehdî ism-i Hâdi’nin, Deccal ism-i Mudill’in mazhar-ı kâmilidir”2 diyor. Vakti taayyün etmeyen bir ümit çeşmesi bu. Mehdiyet bir şahs-ı manevî, Mehdî onun bir mümessili. Küçük bir haneyi değil kalb-i umumîyi ve hayat-ı insaniyeyi tamir etmeye çabaladığından, kutbiyetini değil cemaat-i nuraniyesini nazarlara vazediyor.
Mehdî bir isimden çok bir sıfat; şahıstan ziyade tesanüdden hâsıl olan bir şirket-i kudsiyye. Tek bir soliste yıkılmayan, çok sesli bir icraat. Ömer bin Abdülaziz’den beridir özenle büyütülegelen bir müessese. Birikegelen bir küfür karşısında takviye edilen bir iman. Zaman ve mekânları ne kadar farklı olsa da aynı gâye-i hayâle sahip olanlar bir nevi ordu oluşturabilirler. Bir fikir birikimi, bir telâhuk-u efkâr var çünkü.
Tam 30 deccalden haber veriyor hadîs-i nebevî3. Onları teşhis ve zararlarını tamir edecek mehdî manasında bir kısım zatlar gelecek: Mevlâna Halid bir mehdî, Şeyh İdris ve Seyyid Yahya birer mehdî... İbni Arabî, Abdulkâdir-i Geylânî, Yevâkidü’l-Cevâhir sahibi Abdulvehhab eş-Şaranî ve Şâh-ı Nakşibend birer mehdî. Büyük Mehdînin arkasında saf bağlamış nuranî üstadlar. Bu bir yakîn değil, bir zann-ı gâlib olduğundan -Şiîlerin iddia ettiklerinin aksine4- imanın şartlarına dahil olmuyor. Rivayatın zayıflığından değil, lisan-ı risaletpenâhînin mu’cizeliğinden çıkan bir belirsizlik bu. Zamanın Arafatı’na çıkmış, ezelî bir kelimenin terceme-i hâlini insanlığa haykırıyor.
Mehdîyi üçüncü sınıf bir karikatür tiplemesi hâline getiren sofîmeşrebin anlattıkları birer menba-ı tebessüm. Küçük mehdîleri haber veren hadisleri Büyük Mehdî’ye tatbik etmekle mütehayyir kalan bir ulema. Bu insanlar kendi zamanlarında yaşanılan zayıf karakterli içtimaî hayata bakıp, küre-i arzı bir köy şekline sokacak olan sefih bir medeniyette kurulacak kollektif bir şuura ve teşrik-i mesai ile hareket edecek bir cemaate işaret eden mehdî hakkındaki müteşâbih hadisleri ya ‘mevzûdur’ diyerek yalanladılar veya şahıslar noktasından yorumlamaya çabaladılar, sonunda içinden çıkılmaz bir karmaşaya düştüler, kendi istinbâtlarını hadislere uyarlamakla hayatımıza bir muammayı daha hediye ettiler. İbnü’l-Cevzî’yi bile çileden çıkartan bir durum bu. Mehdî ile Mesih’i, Süfyan ile Deccâl’i5 birbirine karıştıran insanlardan da bu beklenirdi: Bir işaretle uçakları vuran, tankları deviren bir Rüstem-i Zâl, bir bakışıyla aşk-ı imanî aşılayan bir hipnotizan!
Mehdî bir savaşçıdan çok bir âlim; kılıçtan ziyade kalem, bir ordu değil bir dârü’l-fünûn, politikacıdan ziyade bir ehl-i tefsir, bir şeyhten çok bir muhakkik, kerametle değil bürhan ile konuşan bir keyfiyettir. Şerri def etmeyi celb-i nef’a tercih ettiğinden siyaset ve sansasyondan münezzeh bir ihlâs-ı mücessem. Ömer Muhtar bir şâkirdi, Mehmet Feyzi bir şâkirdi, Ahmet Yasin bir şâkirdi. Bernard Shaw ve Eva de Vitray birer şakirdi. Ancak, bundan onların da haberleri yok. Şuuru taâlluk etmeyen organik bir birliktelik. Mehdiyet bir makam-ı iddia değil bir makam-ı isbat ve delil olduğundan ‘Ben mehdîyim’ demiyor; zira dava değil, dava içinde bir burhan olduğunu biliyor. İncil-i Şerif’in söylediği gibi kendisini ağaç olmaya namzet bir tohum olarak görüyor.
1200 senedir küçük bir ‘ğaybubiyet’e6 kapılıp ehl-i sünnet ile aynı hizaya gelen şaşırmış bir ehl-i Şia. İbni Haldun’dan beri mehdîyi kabul etmeyen Goldziher ve yamakları. Sen doğru söyledin, biz yanlış anladık ey nebi! “İman, hayat ve Şeriât”7 olan üç azim dairenin en dıştaki olanından, siyaset dairesinden başlamış çürüme. İspanyol hastalığı gibi aklı hezeyana uğratan bir salgın hilafet-i İslâmiye’yi mecrâından çıkartmış. Bin küsur senedir Din-i Mübîn’in kalbi olan imana doğru ilerleyen bir küfür salgını. Her adımda küfre karşı bir kahraman, bir nevi mehdî çıkarmış kalb-i İslâmî. Her asırda yeni bir hile türetmiş mülhidler; her asırda bir adım daha gerilemiş dindarlık hissi. Tarihin hiçbir zamanında görülmeyen bir şekilde küfür, inkâr-ı ulûhiyete bir sistem rengi verebilmiş. Bütün gedikli sorularını soran bir ilhad karşısında, konuşma sırası imanın tarafına geçmiş. Telâhuk-u efkâr silsilesiyle zamanımıza kadar büyütülegelen bir şahs-ı manevî, mehdî namında bir mümessilinin diliyle tüm sorulara teker teker cevap yetiştiriyor. Ehl-i imanın tabakalarını arkasına alıp, ittihâd-ı İslâm’ın ve hakiki İsevîlerin muavenetiyle8 iman dairesinden sonra “hayat ve şeriat” dairelerini de tamir edecek bir şirket-i hususî bu. O’nun ve cemaatinin büyüklüğü merhamet ve sabırlarından bilinecektir. Sahibü’s-seyf değil bir hüccet; rüya değil bir tahkik, tarikattan çok bir hakikat mühendisidir. Göğsüne vuruldukça kuvveti artacak, sesi yükselecek; kendisine muaraza edildikçe inbisat edecek, genişleyecek9.
Dipnotlar:
1- Ahmed İbni Hacerî Mekkî (Heytemî) “El Kavlu’l Muhtasar Fî Alâmâti’l Mehdîyy’il Mûntazar” 4328.
2- Ahmet Avni Konuk, Et-Tedbîrât-ı İlâhiye Terceme ve Şerhi” sh.126
3- “Herbiri Allah’a ve Resûlüne karşı yalan söyleyen otuz yalancı deccâl çıkmadıkça kıyâmet kopmaz” Sünen-i Ebu Davûd Kitabbu’l melâhim 4334
4- İsmail Mutlu, Mezhepler Nasıl Ortaya Çıktı, sh.223
5- Şualar, s. 501-502.. Ahmet Ziyaeddin Gümüşhânevî, El Mecmuât’ül Ahzâb, Ercûze bölümü.
6- Ğaybûbiyyet-i Suğra: Şiîler’in, 12’nci İmamlarının kaybolduğuna ve tekrar ahirzamanda ortaya çıkacağına olan inançları. Bu inanç bazı Şiîlerce imanın şartlarına dahil edilmiştir.
7- Kastamonu Lâhikası, s. 62.
8- Buhârî 1:83, Riyâzüssâlihîn 3:333; “Hz.İsa aleyhisselam gelir ve namazda Mehdî’ye iktidâ eder.
9- “Artık O zatın (Mehdî’nin) karnı dövüle dövüle genişletilir” Sahîh-i Müslim 11-393; Emirdağ Lâhikası 289’uncu Mektup “Konuşan Yalnız Hakikattir”a dikkat edilmelidir.